Kıbrıs’ı haritada ilk kez gören bir çok kişi kuzu pirzolasına benzetir. Bu benzetme Ada’nın yemek kültürüyle de uyumludur. Şimdi o pirzola kemiği Turan hayalinde tam gerçekleşmek üzereyken delik açmış gibi haykırmak iki açıdan yersizdir. Birincisi Turan diye bir şey yoktur. İkincisi Kıbrıs bir pirzola kemiği değildir.
Turan’ı delen pirzola!
Engin Solakoğlu
Türkiye siyasi tarihinin acı ve gülünçlüğün yan yana yaşandığı dönemlerinden birinde çıkmıştı “davulu delen jaguar” simgeli bir parti. Maksat Turgut Özal’ın baterist damadının pek ehven koşullarla edindiği söylenen lüks bir araca dikkat çekerek ülkeye hâkim olan nepotizmi eleştirmekti. Özal’a karşı bu haklı nepotizm eleştirisini yönelten siyasi akımın ağababası, maddi/manevi lideri, “bir bilen”i Süleyman Demirel’di. Aynı Demirel’in abisinin oğlu yani yeğeni Yahya Demirel’in Türkiye literatürüne hayali ihracatı sokan “iş insanı” olması, 25 yaşında o dönem için büyük sayılan bir servete sahip olması da talihin bir garip cilvesi filan değil, “din, iman, aile, ahlak” sözcükleriyle yurttaşı silkeleyen Türkiye sağcılığının iktidardan faydalanma yöntemleri konusunda hiç değişmediğinin ve değişmeyeceğinin somut kanıtıydı. Devletin malı denizdi. Babalar gibi satılırdı. Satıştan elde edilen kaynaklar da ahbap çavuş ilişkileriyle dağıtılır ve afiyetle yenirdi.
Yeğen Demirel’in öyküsü hayali ihracatla sınırlı değildi. “Suntacı” yeğen 1997’de askere gitti. Askerden kaçtığı bir seferde bir gazinoda garson bıçakladı. Hakkında yakalama kararı varken yurtdışına tüydü. Firari durumundayken 1981’de vatandaşlıktan çıkartıldı. 1985’te ülkeye geri döndü ve yargılandığı davalar zaman aşımı gerekçesiyle düşürüldü. Acar “suntacı” Türkiye’de işlediği suçlar yetmiyormuş gibi bu kez Kıbrıs’ın kuzeyine sıçradı. Amcası Süleyman Demirel’in Türkiye’de yeniden Başbakan olmasıyla neredeyse eşzamanlı olarak 1992’de KKTC’de banka satın aldığı söylendi. Bankanın da ihraç ettiği mobilyalar gibi hayali olduğunun ortaya çıkması uzun sürmedi. Hakkında yeniden başlatılan adli süreç tamamlanmadan yine Türkiye siyasetinin Ankara’daki uzun yıllar değişmeyen sağlık adresi olan bir hastanede ölüp gitti.
Yahya Demirel’in yeni suçlar işlemek için Kuzey Kıbrıs’ı tercih etmesi de rastlantı değildi. “Yavru vatan” zaten bir süredir milliyetçilik nutuklarının kumarhane ve fuhuş yuvalarını meşrulaştırdığı, mafyanın cirit attığı, attırıldığı, siyasi cinayetlerde de tetikçi olarak kullanıldığı bir ardiyeye dönüştürülmekteydi.
Amcaydı yeğendi derken sözü getirip Kıbrıs’a bağladım işte. 20 Temmuz değil, 15 Kasım değil Kıbrıs da nereden çıktı diye soracaklar olabilir. Anlatalım.
Geçen hafta üç Orta Asya Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “tanıdıkları” şeklinde haberler ve bu haberler üzerine çok sayıda “sattılar, hançerlediler” nitelemeleriyle bezenmiş “dış politika” yorumları çıktı.
Bu “hainane” eylemi gerçekleştiren ülkeler Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan. Hepsi de bir kesimin pek sevdiği isimle “Türk Keneşi”nin üyesi. Bu “keneş”in daha çok bilinen adı Türk Devletleri Teşkilatı (Organization of Turkic States). Yukarıda sayılan üç ülke dışında Türkiye ve Azerbaycan da örgütün tam üyeleri. Macaristan ve Türkmenistan gözlemci üyeler. KKTC’nin statüsü ise gözlemci ile “yancı” veya “fasülye” arasında bir şey diye tanımlansa daha gerçekçi olur. Kimse alınmasın! Gerçek bu. KKTC’nin katılımı özellikle Türkiye dışında düzenlenen her toplantıda küçük çaplı diplomatik krizler ve değişen temsil seviyeleriyle gerçekleşiyor. Benzer bir durum İslam İşbirliği Teşkilatı için de geçerli ama şimdi konumuz o değil. Önce şu “ihanet” meselesine dair düzeltilmesi gereken hususlar var.
Şimdi bu TDT bölgesel nitelikli bir uluslararası örgüt. Buna bakıp Turan görenler var elbette ama bunu söyleyenlerin yarıdan fazlasının kendilerinin de inanmadıkları açık. Kaldı ki Turan dediğimiz geniş bölgede yaşayan Türkçe dil ailesine mensup toplulukların gerçek anlamda ve istisnasız bir araya geldikleri bir dönem yok tarihte. Aman Cengizhan filan demeyin, orada çarşı daha da karışır. Kültürel yakınlık ile siyasi bütünlük arasında dağlar kadar fark var.
Bu ülkelerle Türkiye arasında ortak bir kültürel mirasın varlığından söz edebiliriz. Bana kalırsa da korunması, güçlendirilmesi gereken bir zenginlik. Aslında çatı etnik kimlikten ziyade Ana Türkçe. Gelin görün ki yetmiyor, illa anakronik imparatorluk hayalleri zerk ediliyor boş beyinlere. Yoksa halkların kardeşliğini savunan bir ideolojinin Kazakla, Kırgızla, Özbekle kardeşliği savunmaması akla aykırı düşer.
Türk Konseyi türünün tek örneği değil. Bir sürü böyle dil temelli uluslararası örgütlenme var. Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu, Frankofoni Örgütü gibi. Bunlar her konuda ortak siyasi tavır belirleme gibi ahmakça beklentiler yaratmıyorlar izleyebildiğim kadarıyla. O yüzden birinci düzeltmeyin yapalım. Türk Devletleri Teşkilatı’na üye olmak sizi diğer ülkelerle her konuda aynı politikaları uygulamaya zorunlu kılmıyor. Sonuçta bu ülkeleri yöneten sermaye sınıflarının kendilerine özgü tercih ve öncelikleri belirliyor dış politikayı. TDT’yi oluşturan ülkelerin oluşturduğu toplamı mahalle çetesi, yakın arkadaş grubu veya halı saha takımıyla karıştırmayalım.
İkinci konumuz şu tanıma meselesi. Elbette diplomasinin teknik yönlerini herkes bilmek zorunda değil ama düzeltmezsek “galat-ı meşhur” haline geliyor. İki ülke arasındaki ilişkilerin seviyesini tanımlayan kurallar var. Bunları basamaklar gibi düşünün. Birincisi yokmuş gibi yapmak. Böyle örnekler var. Laz fıkrası gibi “ben de seni tanımayrum” deyip geçiyorsunuz. Bizim dersimiz ikinci aşamadan başlıyor. O aşamada “tanıma” var. Hukukisine (de jure) fiilîsine (de facto) girip dikkatleri dağıtmayalım. Tanıma resmi bir deklarasyonla yapılıyor. Yeni bir devlet kuruluyor, siz de onu tanıdığınızı cümle aleme ilan ediyorsunuz. Bunu yaptığınız için doğrudan diplomatik ilişki kurmak zorunda değilsiniz. O ülkedeki “çıkarlarınızı korumak üzere” üçüncü bir ülkenin yardımına başvurabilirsiniz. Örnek verelim. Küba ile ABD arasında tanıma vardır, diplomatik ilişki ise yoktur. Küba’daki ABD çıkarlarını yanlış anımsamıyorsam İsviçre temsil eder. Üçüncü aşama, tanıdığınız o devletle diplomatik ilişki tesis etmektir. Bunun için illa gidip de orada bir büyükelçilik açmanız gerekmez. Başka ve tercihen yakın bir ülkede görev yapan Büyükelçinizi oraya akredite edersiniz. Dördüncü ve son aşama ise o ülkede görev yapacak bir diplomat atamak ve orada bir diplomatik temsilcilik açmaktır.
Şimdi bakalım TDT üyeleri olan Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan bizim resmî belgelerimize göre GKRY, Birleşmiş Milletler’e göre ise “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını taşıyan ülkeyi ne zaman tanımışlar? “Geçen hafta” diyenler, dikkatli okusun ve bilmeyenlere anlatsın lütfen!
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kırgızistan 20 Şubat 1992, Kazakistan 2 Nisan 1992, Özbekistan ise 30 Mayıs 1997’de tanımışlar. Yani tanımanın üzerinden 28 ila 33 yıl arasında bir süre geçmiş.
Tek tek anlatıp uzatmayacağım ama örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti daha 2005 yılında Kazakistan’da Büyükelçilik açmış. Kazakistan’ın Tel Aviv Büyükelçiliği 2012 yılından beri Kıbrıs’a akredite. 2005”ten 2022’ye kadar Kazakistan’a yapılan Kıbrıs kaynaklı yatırımın tutarı 3 milyar ABD dolarının üzerinde. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık 200 milyon ABD doları civarında.
Öyleyse geçen hafta yaşadığımız mesele nedir? İkinci düzeltmeyi hemen yapalım. Tanıma değildir. Her üç ülkenin de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkenti Güney Lefkoşa’da Büyükelçilik açma kararıdır. Yukarıda yaptığım uzun, biraz teknik ve birçoklarının okumadan geçeceği izahattan da anlaşılacağı üzere ikili ilişkileri diplomatik anlamda en üst düzeye taşımaktır.
“Eee peki bu da ihanet değil mi?”. Değildir. Birincisi, BM Güvenlik Konseyi’nin 186 sayılı kararına göre Kıbrıs Adası’ndaki tek meşru hükümet Kıbrıs Cumhuriyeti’dir. Bu arada, bu karar Ada’ya BM Barış Gücü gönderilmesi için Türkiye tarafından da zamanında kabul edilmiştir. Dünyada Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyan ülke sayısı 183’tür. Bunların arasında çok sayıda “dost ve kardeş” ülke de bulunmaktadır.
İkincisi, ilan edildiği 1983 yılında KKTC’yi resmen tanıyan Türkiye, Akepe döneminde de öncesinde de fiilen bu tanımaya uygun davranmadığı gibi, diplomatik anlamda hiçbir ülkeyi de KKTC’yi tanımaya ikna etme yönünde herhangi bir somut çaba göstermemiştir. Daha önce bin kez yazıldığı, söylendiği ve KKTC’nin kurucu belgelerinde de yer aldığı gibi “KKTC” bir müzakere pozisyonudur. Varlık sebebi Rum tarafınca bana göre de haksız bir şekilde gasp edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’ni iki halklı/toplumlu olarak yeniden tesis etmek için baskı oluşturmaktır.
Bunların hepsini unutup KKTC savunusu yapmanın içi boştur. Muhalefet yapıyorum sanıp buradan “Akepe eleştirisi” yapmak da birkaç bakımdan yersizdir. Öncelikle, kendi ülkesine kupon arazi, kendi halkına maraba muamelesi yapan bir zihniyet başkasının da gözünün yaşına bakacak değildir. Kuzey Kıbrıs halihazırda başta daimî iktidar olmak üzere, daha önemli görülen “yüksek çıkarlar” uğruna her an masaya sürülebilecek bir kumarhane jetonundan ibarettir. Dolayısıyla üçüncü ülkelerden sizin ülkenizin göstermediği bir “duyarlığı” göstermeleri beklenemez.
İkincisi Kıbrıs’ta “satıştan, ihanetten” dem vuran -büyük bir kısmı iyiniyetli de olsa- genişçe bir kesim, çok uzun yıllardır, Kıbrıs Türkü’nün kimliğine, kültürüne, yaşam biçimine, bunu korumak için verdiği mücadeleye zerre kadar sahip çıkmamakta, bu anlamda Akepe’den hiç de farklı davranmamaktadır. Kıbrıs Türkü’nü tanımamak ya da sevmemek, kaderiyle ilgilenmemek tercih meselesidir. Yalnız varlığının önemini idrak etmemek Kıbrıs bağlamında ciddi bir eksikliktir. Neden mi? Güçlü, küresel anlamda hegemonik bir devlet değilseniz diplomasiniz kimi ileri kazanımlarını koruyabilmek için meşruiyet kaynaklarına ihtiyaç duyar. Meşruiyet devşireceğiniz birincil kaynak ise halk iradesidir. “İşgalcilik” ile “kurtarıcılık” arasındaki çizgiyi o irade çizer. Kıbrıs Türk halkının iradesini yok farz ederek yapılan sözde yurtseverlik “genişleme” savunuculuğundan ibaret kalacağı gibi, uluslararası planda da meşruiyet sağlamaz. Oturduğunuz yerde teneke çalıp kafa şişirdiğinizle kalırsınız.
Samimiyetle ve ikna edici bir biçimde “Kıbrıs’ı sattırmam” diyecekseniz, şu veya bu ülkenin GKRY ile kurduğu ilişkilerdeki gelişmelerden değil, milli dava dediğiniz meseleyi zayıflatan hatalarınızdan arınmakla başlayacaksınız. 3300 km2’lik bir toprak parçasının, kölelik koşullarında faaliyet gösteren fuhuş sektörünün, bulunduğu her ülkede çürütücü etkisi tartışılamayacak kumarın, yasadışı bahsin (ki bunun yasalı da olmamalıdır), insan kaçakçılığının bölgesel merkezi haline getirilmesine karşı durarak başlayacaksınız. Kıbrıs Türkleri’nin kendilerini temsil edecek kişiyi kendilerinin seçme hakkına sahip çıkarak başlayacaksınız. Türkiye’de 25 yıl önce şimdi emekliliğini ilan eden elverişli ahmakların yardımıyla ilerletilen dincileştirme/marabalaştırma oyununun Kuzey Kıbrıs’ta da dayatılmasına ses çıkartarak başlayacaksınız.
Ancak bunları yaptıktan sonra “çözüm, çözümsüzlük, ihanet, alma, satma” edebiyatınızın ciddiye alınması mümkündür.
Kıbrıs’ı haritada ilk kez gören bir çok kişi kuzu pirzolasına benzetir. Bu benzetme Ada’nın yemek kültürüyle de uyumludur. Şimdi o pirzola kemiği Turan hayalinde tam gerçekleşmek üzereyken delik açmış gibi haykırmak iki açıdan yersizdir.
Birincisi Turan diye bir şey yoktur. İkincisi Kıbrıs bir pirzola kemiği değildir.