Peki, hakkı yenen Hakkı Bey, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki limanlarının hangi yabancı şirketlerin ellerinde olduğunu biliyor mudur? Bence o “detay”ı atlamış olabilir.
Hakkı’nın hakkını kim çiğnedi?
Engin Solakoğlu
Suriye’deki gelişmeler iki eksende sürüyor. Bunlardan birincisi sahada yaşananlar kuşkusuz. HTŞ yönetiminin ülkenin neresini ne kadar kontrol ettiği bir muamma. Özellikle Aleviler ve daha küçük ölçekte Şiilere dönük saldırılar devam ediyor. Bunlarla ilgili bir örüntü var. Silahlı ve maskeli birileri gelip Alevilerin azınlık olarak yaşadıkları yerlerde önceden belirlendiği anlaşılan evleri basıyor, bir ya da birkaç kişiyi kaçırıyor ve arazide infaz ediyor. HTŞ’nin sözde kolluğu ise birkaç saat sonra gelip “olayın HTŞ”yle ilgili olmadığını, faillerin soruşturulacağını” söyleyip gidiyor. Hipster sakallı yeni nesil ve “makbul” cihatçıların Batılı avukatları ise hemen yetişip bunların münferit hadiseler olduğunu söylüyorlar.
Arazideki bir diğer çatışma ise Lübnan sınırında yaşanıyor. Kaçakçılık yaptığı söylenen Şii gruplar ile HTŞ güçleri çarpışıyorlar. Hizbullah’ın meseleye dahil olup olmadığı ise çok net değil. Yukarıda sözünü ettiğim İsrail/ABD uzantısı çevreler Hizbullah’ın uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını ve bunu önlemek isteyen “iyi niyetli” HTŞ kuvvetleriyle çatıştığını ileri sürüyorlar. Bölgeyi biraz daha yakından bilenlerin iddiası ise, sınır bölgesinde gerçekten uzun yıllardır kaçakçılıkla iştigal eden kimi Şii grupların bulunduğu ancak bunların Hizbullah’la bir ilişkisi olmadığı, HTŞ’nin ise o bahaneyle Hizbullah mevzilerine saldırdığı yönünde.
İkinci ve daha dallı budaklı kol ise diplomasi. Suriye’nin başına getirilen Colani’nin Akepe Genel Başkanı’nın konuğu olarak Ankara’da ağırlanması iki rejim arasında en üst düzeyde ilişki kurulduğunu teyit etmiş oldu. Colani’nin dünyanın birçok ülkesi ve Türkiye’de aranan bir terörist olduğu gerçeği halının altına çoktan süpürüldü. Suriye’de kendisini Cumhurbaşkanı ilan eden Colani’nin Ankara ziyareti sırasında nelerin görüşüldüğü de bir muamma. Yandaş basına bakılırsa Türkiye’ye birkaç yerde askeri üs verilmesi dahi ele alınmış. Hava sahası da Türkiye’nin denetiminde olacakmış. İlk bakışta bunlar acıkmış tavuğun arpa ambarına dair düşleri olarak önemsenmeyip geçilecek lakırdılar gibi görünebilir.
Ben o kadar basit olduğunu sanmıyorum. Bu haberlerin köpüğünü ayırıp içeriğine dair fikir yürütmeye çalışmak daha doğru olur. HTŞ ve Colani’yi iktidara taşıyan uluslararası koalisyonun Suriye için yaptığı “master plan”da Akepe rejimine hangi işlevin verileceği tartışılmış olabilir. Bunların arasında HTŞ çetelerinin bir silahlı kuvvete yani orduya dönüştürülmesi mutlaka yer alıyor olsa gerektir. Ne de olsa Akepe bu konuda deneyim sahibi bir iktidar. O deneyimden söz etmişken Suriye Milli Ordusu denen yapının da HTŞ’nin ana gövdesini oluşturacağı bu silahlı kuvvete katılma kararını aldığını anımsayalım. Bu yeni “ordu”nun eğitiminin artık Suriye’de gerçekleşmesinin önünde bir engel yok. O halde belirli askeri üslerin TSK’nın eğitim merkezlerine dönüştürülmesi mümkündür. Ancak bu olgu ile “Türkiye’nin Suriye’deki hava üsleri” kurması arasında uzun mesafe var. Toparlarsak, Türkiye’nin Suriye’de eğitim amaçlı görünen bir asker varlığı bulunacak ancak bunlar hava üssü filan olmayacaktır. Hava sahası kontrolü ise çok uzaklarda bir hayal olarak kalır.
HTŞ ile SDG arasındaki görüşmeler de sürüyor. Her iki tarafın da çok sayıda amiri var. Bu amirlerinin en azından bir kısmının ortak olduğunu herkes biliyor. ABD, İngiltere ve Fransa bunların önde gelenleri. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Colani’yle bu hafta yaptığı telefon görüşmesi ve kravatlı cihatçı lideri Fransa’ya davet etmesi iki açıdan önemli. Bunlardan birincisi elbette HTŞ ve SDG arasındaki müzakereye dönük bir baskı/etkileme çabasını göstermesi. İkincisi ise parsel parsel satılacak Suriye’den pay alma isteğiyle doğrudan ilintili.
Macron’un Colani’yle bu ilk temasını Akepe Genel Başkanı’yla görüşmesi takip etti. Fransa tarafından yapılan kısa açıklamaya bakılırsa, Macron o görüşmede öncelikle “depremzedelere destek olmayı sürdüreceğiz” mesajı vermiş. Ne yaptıklarını bilmiyorum ama pek zarif bir davranış. Açıklamanın devamında Suriye konusunun konuşulduğu ve özellikle de “DAEŞ’le mücadeleye ve Suriye muhalefetinin Kürt savaşçılar da dahil bütün unsurlarının bu mücadelede yer almalarının önemine” vurgu yapıldığı belirtiliyor. Görüşmede Macron iki ülke arasındaki ilişkilerde pozitif gündem geliştirilmesi dileğini de yeniden iletmiş.
Suriye meselesinden biraz ayrışmakla birlikte bu pozitif gündem ifadesine biraz eğilmekte yarar var. Bir süredir Türkiye’nin AB’nin hızlanan silahlanma faaliyetine katkı verme arzusu gündemde. Geçen ay Fransa’nın bu konuda sürdürdüğü engeli kaldırdığı, Türkiye’nin Avrupa’nın üretmek niyetinde olduğu yeni nesil avcı uçakları projesine destek vermesinin tartışıldığı Fransız basınında yer buldu. Bir diğer haber ise Baykar’la ilgiliydi. Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın fonlandığı Jeune Afrique dergisinin paylaştığı habere göre, Baykar Fas’ta bir SİHA/İHA tesisi kuracakmış. Haberde muğlak bırakılan kısım bunun lojistik bir merkez mi yoksa gerçekten bir üretim tesisi mi olacağı. Her koşulda böyle bir tesisin Baykar’ın Afrika pazarındaki ağırlığını artıracağı tahmine müsait. Bu aşamada önemli olan konu, Fas gibi, ABD ve Fransa’dan icazet almadan hiçbir diplomatik adım atmayan bir ülkenin böyle izni nasıl verebildiği. Bu gelişmeyi, Fransa ile Türkiye arasında özellikle Avrupa savunması konusunda yaşanan yakınlaşmayla bağlantılı görmek çok abes olmaz sanırım.
Türkiye’de enayi silkeleme kabilinden pazarlanan sözde “bağımsız” ve “antiemperyalist” dış politika yürütüldüğü söyleminin gerçekle sınandığı bir döneme tanıklık ediyoruz aslında. Yıllardır bu söylemin bir parlak bir kabuktan ibaret olduğu, Akepe ve birlikte hareket ettiği Türkiye sermayesinin özgül emperyal hedeflerinin emperyalist kampın açtığı alanları azami ölçüde kullanmak ve uyarına gelirse bir miktar genişletmekle sınırlı olduğunu söyleyenleri bilmem kaçıncı kez doğrulayan işaretler bunlar.
Trump’ın Gazze’den “Riviera” yaratma “procesi” görünümlü tehcir fikrine uzun süre sessiz kalmanın arkasında da aynı gerçekliğin büyük bir parçasını görebiliriz. İktidarda olmadan hayatta kalamayacak siyasi akımların bir tür kalecinin penaltı anındaki endişesini1 taşımasını olağan karşılamak gerekir ne de olsa!
Diplomatik alanda yaşanan bağlantılı bir başka gelişme de MİT Başkanı Kalın’ın İran ziyareti. Ziyaretin Suriye’nin paylaşıldığı ve İran’dan arındırıldığı, benzer bir çabanın Irak için de gündemde bulunduğu, ayrıca dini lider Hamaney’in “ABD’yle görüşen taş olsun” mealindeki çıkışının gerçekleştiği günlere denk düşmesi ilgi çekici. Önümüzdeki dönemde ABD/İsrail ve çete arkadaşlarının hedefine girmesi sürpriz olmayacak İran’a yapılan bu istihbarî ziyaretin salt o konuyla değil, Türkiye’de devam eden Öcalan süreciyle de bağlantılı olması güçlü bir olasılık.
Geçen haftanın Suriye merkezli gelişmelerini özetlemeye çalıştıktan sonra bir de başlığa esin kaynağı olan “Hakkı”nın durumuna bakalım. Somut olay şu: Suriye’nin Lazkiye limanının konteyner terminalinin işletilmesi bir Fransız şirketine verilmiş. Firmanın adı CMA CGM. Dünyanın üçüncü büyük konteyner taşımacılığı şirketi olarak biliniyor. Haberlerden çok net anlaşılmamakla birlikte benim aldığım izlenim bu şirketin geçmişte de muhtemelen Suriye’ye yönelik yaptırımlar devreye girene kadar o limanı işletmiş olduğu. Zira sözleşmenin yeni koşullarla yenilenmesinden söz ediliyor.
Esasen bunda şaşılacak bir şey yok, Suriye -kimi iyi niyetli dostların düşündükleri gibi- Beşar Esat döneminde de sosyalist bir ülke değildi. Konumuz o değil elbette. Esas konumuz “Hakkı’nın çiğnenen hakkı”.
Monşerlik gereği Hakkı Bey diye adlandıracağımız, boş zamanlarında elindeki sopayla halkımıza strateji öğretmeyi görev edinmiş bu “çok muhalif” kişi sözleşmenin imzalanmasından çok incinmiş! Hakkı Bey sosyal medyada özetle şöyle bir paylaşım yapmış:
“Bu sözleşme Türkiye’nin hakkıydı. Türkiye bu konuyu not etmeli.”
Lazkiye limanının konteyner terminalinin işletmesini alan şirketin yüzde 24 hissesinin bir Türk holdingine ait olduğunu bildiğinden emin değilim ama Hakkı Bey Suriye’yi, ekranlarda muhalif pozu kestiği iktidarın fethettiğini düşünüyor olmalı ki kılıç hakkının peşine düşmüş. Rezaleti, skandalı görüyor musunuz? Hakkı’nın hakkını yemişler! Nerede yemişler? Suriye’de yemişler. Hay Allah!
Peki, hakkı yenen Hakkı Bey, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki limanlarının hangi yabancı şirketlerin ellerinde olduğunu biliyor mudur? Bence o “detay”ı atlamış olabilir. Biliyor olsaydı, belki Kuleli Askerî Lisesi’nden beri kim bilir kaç kez söylediği Harbiye Marşı’nda “kanla, irfanla kurulduğu” anımsatılan Cumhuriyetin limanlarının yerli ve yabancı tekellerin elinde olmasından rahatsızlık duyar ve bunu not eder, başka bir ülkeden koparılacak savaş ganimeti az geldi diye feryat etmezdi.
Hakkı Bey’e haksızlık da etmeyelim. Kendisi yalnız ve ayrıksı sayılmaz. Salt iktidar cenahında değil, karşısında durduğu söylenen cenahta da aynı anlayışı paylaşan birçok “analist” var. Sermaye genişlemek istiyorsa, onlar da istiyorlar. Sermaye talan peşindeyse, onlar da ellerinde sopalarla komşu ülkelerin nasıl işgal edilebileceğini, nasıl paylaşılacağını iştahla anlatıyor, ganimetin azlığından yakınıyorlar.
Bu güruh, sermaye izin vermeyeceği için refah ve eşitlik sağlamaları mümkün olmayan Türkiye halkını savaş uçurumuna sürüklemek uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor.
Halka ellerine sermayenin tutuşturduğu sopayı haritalar üzerinde sallayarak hayal satanlarla her an ve mümkün olan her mecrada mücadele etmek, halka yalan söylemenin suç olduğu bir düzen için mücadele etmek işte bu yüzden öncelikli bir yurtseverlik görevi.
- 1
Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Peter Handke’nin bir romanıdır. İçeriğinden çok başlığıyla sürekli hatırladığım bir yapıttır. Aynı isimle sinemaya da uyarlanmıştır.