Engin Solakoğlu

Bu halk, bu gençlik siyasi ömürlerinin sonuna gelmiş dikta heveslilerine de aynı piyasa düzenini, aynı sömürü çarkını farklı ambalajlarla sürdürmek isteyen müteahhit kahramanlara da boyun eğmez!

'Ergenlik'in tetikledikleri

Engin Solakoğlu

Cumhuriyet  tarihinin en önemli toplumsal hareketlerinde birine tanık olduk son 12 gün içinde. Saraçhane’ye gittim. Salt meydanda değil, yolda, farklı semtlerde konuşulanları dinledim. Sokakta olmadığım zamanlarda ise gösterileri TV kanallarından değil eşimin keşfettiği başka bir mecradan izledim. ANKA ajansı belli başlı eylemleri yorumsuz ve canlı yayınladı You Tube üzerinden. Onlara bakarken görüntü veren başka hesaplara da denk geldim. Oralarda başka bir hikaye vardı.

Örneğin, Galata Köprüsü’ndeki öğrenci eylemini bu şekilde izledim. Gençlerin düzenin kolluğuyla pazarlık etme şekilleri, kararlılıkları çarpıcıydı. Öfkeleri, talepleri netti. Geleceğe dair umut besleyebilme haklarını savunuyorlardı.  Türkiye’nin “ha” deyince girilemeyen, yoğun emek sarf edilerek ulaşılabilen devlet üniversitelerinin öğrencilerinin salt kameraya değil birbirlerine söylediklerini de dinleyebildim. 

İzlediğim bir başka görüntü, Saraçhane’de gecenin bir yarısı dağılmak istemeyen gençler ile CHP’li  bir milletvekili ve yöneticilerin tartışmalarına dairdi. TV kanallarında verilmek istenen izlenimin aksine ortada çok net bir gerginlik vardı. Gençler arasında çok popüler olduğu mitosu yayılan o milletvekilinin “saat gecenin biri oldu, gidin yatın sıcak yataklarınızda” çıkışına bir genç şu yanıtı verdi: “Yata yata bu hale geldik!”. Evet bir çocuk o milletvekilinin elini öptü. Biz haber bültenlerinde sadece o görüntüyü izledik. Onlarcasının protestolarını, “sen git yat, biz buradayız” diye haykırışlarını ve  “fenomen” milletvekilinin o noktadan kaçmak zorunda bırakmasını ise çok az kişi gördü.  Gençlerin istediği, 9-17 mesaisi yapar gibi belirli bir yerde miting yaparak  şu veya bu kişiyi kurtarmak, ya da hangi koşullarda gerçekleşeceği belli olmayan bir seçimin erken yapılmasını sağlamak  değil insan gibi yaşama hakkını ve umudunu kurtarmaktı.

Bir başka örnek. Mecidiyeköy’de Belediye’ye ait bir mekânda kahve içiyordum. Yanımda 40 yaş civarında ücretli çalışan oldukları izlenimi aldığım iki kişi sohbet ediyordu. Her ikisi de özetle “siyasetçilerin halkı değil, kendi ceplerini düşündüklerini” farklı cümlelerle tekrarladılar. Sonra bir tanesi aynen şunu söyledi: “Sen ne biçim devletsin kardeşim? Hayat pahalılığıyla mücadele edeceğim diyorsun. Hiçbir şey yapmıyorsun. Devlet dediğin indirir yumruğunu masaya ve şu ürünün fiyatı şu kadarı geçemez, kiralar şunun üstüne çıkamaz der. Mesele hallolur.” 

Olaylar başladığında, “makul”ün sesi olma iddiasını taşıyanlar “insanlar her gece gösteri yapamazlar, işleri güçleri var” diyorlardı. Oysa TÜİK’in makyajlı verilerine göre bile Türkiye”de geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 28’i geçmişti. Bu oranın gençlere arasında yüzde 40’ı geçtiği de biliniyordu. Bunun anlamı, o toplama şimdilik dahil görünmeyen lise ve üniversite öğrencileriyle birlikte, bu ülkede kapitalist “rekabetçi” düzenin oyundışı bıraktığı,  kenara ittiği milyonların yaşadığıydı.

Mesele “israf”, “yolsuzluk”, “birkaç çürük elma” değildi. Kapitalizm ve onun kutsal ineği piyasaydı. Onun boyunduruğu kırılmadan sorunların aşılması imkansızdı. Üstelik de her geçen gün yoksullaştırılan Türkiye halkı buna çoktan hazırdı. 

“Siz de her şeyi kapitalizme bağlıyorsunuz kardişim! Ülke iyi yönetilse, liyakat olsa, bölüşüm iyileştirilse mesele kalmaz. Bak Avrupa’ya...” mı diyorsunuz? Kazın ayağı öyle değil işte. 

Sinema/TV uzmanı değilim. İyi bir izleyici sayılırım. Azıcık eğitimim varsa o da üniversite öğrencisi olduğum 1980’li yılların ikinci yarısında “İstanbul Sinema Günleri”ne dayanır.  Öğrenci bütçesiyle bile ortalama 30-40 film izleyebildiğim bir dönemdi. Sonrasında da peşini bırakmadım bu görsel sanatın. Dünyaya bakmanın, anlamaya çalışmanın, öğrenmenin bir diğer yolu olduğu anlayışıyla sürdürdüm izlemeyi. Kitap okumanın yanına ekledim. İki eylem, okuma ve izleme, yan yana geldi ve birbirini besledi.

Bu yazı “Ergenlik (Adolescence)” dizisindeki bir sekanstan esinlendi ama diziye dair bir değerlendirme değil.  O sekans bir süredir kafamda dönüp duran bir düşünce yumağının son ilmeği oldu bir nevi. Bakalım meramımı doğru anlatmayı becerebilecek miyim?

Önce dizinin ilgili sekansını özetleyerek başlayayım. İki polis, bir cinayet soruşturması için İngiltere’nin tahminen çok büyük olmayan bir kentindeki devlet lisesine gittiler. Polislerden birinin çocuğu da aynı okulun öğrencisiydi. Okulda geçirdikleri yaklaşık bir saatlik süre sonunda dışarı çıktıklarında birbirlerine ilk söyledikleri “burası dayanılmaz bir yer” benzeri sözlerdi. Hatta bir tanesi “burası hayvan kafesinden farksız” dedi. Gerçekten de okulun durumu her yönüyle içler acısıydı. Okul yöneticileri, öğrencilerden birinin fail, birinin kurban olduğu cinayet yüzünden yapmak durumunda kalacakları ilave harcamalara nereden kaynak bulacaklarının derdindeydiler. Okula yeni alınan öğretmenlerin kendileri yardıma ve bilgiye muhtaç görünüyorlardı. 11-17 yaş aralığındaki öğrencilerin öfke ve saldırganlıkları ürkütücüydü. Anımsatayım, olay dünyanın en kudretli finans merkezlerinden biri olan “The City”nin bulunduğu ülkede geçiyordu.

İnsanlık, tarihin basamaklarını tırmanırken devrimler yaptı. Kazanımlar elde etti. Bunların büyük bölümü hukukta “müktesep hak” diye nitelenen haklar haline geldi. Eğitim hakkı, çalışma hakkı, barınma hakkı, sağlık hakkı, oy hakkı. Geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalizm bu haklara savaş açtı ama bunların hiçbirini doğrudan hedef almadı, daha doğrusu almaya cesaret edemedi. Bunun yerine içlerini boşaltıp kabuk haline getirme yoluna gitti.

250 yıl kadar önce eğitim sadece ayrıcalıklıların hakkıydı. Büyük Fransız Devrimi’nin en önemli icraatlarından biri halkın tamamının gidebileceği, hatta gitmek zorunda olduğu okullar açmak oldu. Ulus kavramı insanlığın sözlüğüne girerken beraberinde “ulusal eğitim”i de taşıdı. İlk, orta öğretim derken, Sovyet Devrimi sonrasında üniversite de seçkinlerin tekelinden çıktı ve halkın çocuklarına açıldı. 

Kapitalist düzen diş geçiremediği eğitim hakkını imha etmek için sinsi yöntemler geliştirdi. Devletin eğitime ayırdığı bütçe olanaklarını daralttı, kimi yerlerde de verilen eğitimi gericileştirdi, hissedilir derecede zayıflattı, faydasız hale getirdi. Bunun karşısına ise piyasayı koydu. Parası olanın nispeten kabul edilebilir bir eğitim alacağı bir sistemi teşvik etti. Kamu eğitim kurumlarına ayrılan kaynakları kısarken başvurduğu “bütçe yok, para yok” gerekçesi her nedense özel eğitim kurumlarına aktarılan kaynaklar için hiç geçerli olmadı. 

Bu ülkeden bir şey olmaz diye sızlanmak en kolayı. Gözümüzü göbek deliğimizden ayırıp dünyanın diğer yerlerine de bakalım. Bu yazdıklarım salt Türkiye için geçerli değil. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde benzer olgular yaşanıyor.  Fransa’da yıllardır süren bir özel okul-devlet okulu tartışması mevcut. Laik devlet okulları ödeneksizlikten kırılır, öğretmen sayıları düşürülürken, özel okullara bütçeden kaynak akıtılıyor. Türkiye’de olduğu gibi ABD, İngiltere ve Fransa da  öğretmenlik mesleğini yapanlar “çalışan yoksul” olmayı garantiliyorlar.

Türkiye’deki ve dünyadaki üniversitelerde de durum farklı değil. Parası olana kaliteli eğitim ve iş fırsatı, yoksul çocuklara ise işsizlik garantisi. Bu eğitim başlığındaki durumdu.

Başka bir başlığa daha bakalım. Oy hakkı yoğun ve özverili bir mücadelenin sonucunda genişledi ve bugünkü adıyla genel oy hakkına dönüştü. Genel oy hakkının öncesinde sadece parası olan oy verebiliyordu. Kapitalist sistem bunu değiştirmeye zorlandı ama zaman içinde oy hakkını da piyasaya teslim etmenin yollarını buldu. Parası çok olanın çok oy alabildiği bir düzen kurdu. En iyi reklam ajansını tutan, en çok televizyon veya diğer iletişim kanalı bulunan seçimi kazanabiliyor. Şu an Türkiye’de verilen ve kesinlikle kazanılacak mücadele bunun dahi elimizden alınmaması için kuşkusuz. Peki bu yeterli olacak mı?

Parası olanın yararlanabildiği sağlık hakkı, piyasanın koşulları elverdiğince barınma hakkı,  açlık sınırının altına ücretlerle çalışma hakkı değişmeden ne değişecek?

On gün kadar önce sokaklara dökülen çoğunluğu hem öğrenci hem de emekçi olan gençlerin istedikleri ve hak ettikleri düzen sermaye gruplarının borusunun öttüğü, piyasanın hükmettiği bir düzenin 2.0 versiyonu değildir. Direnişin sürmesi ve yaygınlaşması bu konuda verilecek net işaretlere bağlıdır.

Bu halk, bu gençlik siyasi ömürlerinin sonuna gelmiş dikta heveslilerine de aynı piyasa düzenini, aynı sömürü çarkını farklı ambalajlarla sürdürmek isteyen müteahhit kahramanlara da boyun eğmez!