Engin Solakoğlu

Esas başarı Suriye’nin güneyindeki Şeyh Dağı’nda İsrail bayrağıyla zafer pozu veren ve işgal ettikleri topraklardan çekilmeyeceğini yineleyen hırsız, soykırımcı ve Nazi Netanyahu’ya aittir.

Çıplak dağda bir Nazi

Engin Solakoğlu

Yazıya başlamadan okuyuculara bir özür borcum var. Hafta sonu hareketli ve yoğun geçti. Ankara’daydım ve bir türlü oturup yazımı yazamadığım için bugüne kaldım. 

***

Klasik müzik meraklıları başlığın aslını tahmin etmişlerdir. Çıplak dağda bir gece, Rus Beşleri’nden Mussorgsky’nin bestesi. Son haftalarda yaşananlardan haklı olarak bunalan, içi kararanlar bu hareketli yapıtı şuradan dinleyebilirler yaşama sevincini geri kazanmak için. Yeter mi? Sanmam, bunun için yapılacak başka şeyler var. 

HTŞ’nin Suriye’de yönetimi ele geçirmesinin ardından, ülkede yaşananların neredeyse her boyutu tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Suriye’nin yansımaları, etkileri ikili ilişkilerimizle sınırlı değil. Meselenin Türkiye’nin sadece iç politikasını ilgilendirmediği de açık.

Bunun somut bir örneğini AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarla görme fırsatımız oldu. Üç buçuk yıl önce yaptığı ziyarette oturacak koltuk bulamayarak kanepeye sığışmak zorunda kaldığı için bir hayli demoralize olan Von der Leyen, Akepe Genel Başkanıyla birlikte yaptığı ortak basın toplantısında bu kez kendinden emin ve rahat konuştu. Paradan söz etti, 1 milyar avro tutarında ilave bir kaynağın yazılı olduğu çekin ucunu gösterdi, ticari ortaklıktan ve yatırımlardan dem vurdu, daha da önemlisi Türkiye ve Batı sermayesinin yıllardır burnunu sızlatan meseleye, Gümrük Birliği’nin “derinleştirilmesi”ne değinerek “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor” diye ağlaşan bir grubun yüreğine az miktarda serin su serpti.

Yalnız ne hikmetse, övgülere boğduğu Akepe düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’nin adaylığı konusunda tek kelam etmedi. Ama ne gam, “alan memnun satan memnun” diye tanımlanabilecek bir ziyaret böylece sona ermiş oldu. Türkiye-AB ilişkilerinin iki temel boyutu olduğunu sürekli yazıyorum. Her ne kadar biraz da anlaşılır sebeplerle bunlardan Geri kabul/Göçmenler boyutu öne çıksa da Gümrük Birliği’nin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi sermaye sınıfı bakımından hayati önem taşıyor. Burada aslında şu noktayı da hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Her iki boyut birbiriyle ziyadesiyle bağlantılı. Göçmen varsa, uçuş işgücü var. Ucuz işgücü varsa, düşük maliyetli üretim var. Maliyet düşünce yüksek kâr var. Yüksek kâr varsa Gümrük Birliği’nin sürdürülmesi ve mümkünse derinleştirilmesinde hayır var!

Akepe düzeninin Suriye’ye dair bir başarı hikayesi yazarken iki temel unsura dayandığı biliniyor. Birincisi “güçlü devlet, fatih lider” ise, ikincisi “göçmenlerin geri dönüşü”. Birinci söylem ile tam kandıramadıkları kitleleri, ikinci söylemle hipnotize etmeyi deniyorlar. Buna devam edecekler zira fetih söylemi emekçi halk pazara inip cebindeki paranın yetersizliğini gördüğü anda boşa düşüyor. İkinci söylemden beklentileri ise nispeten daha gerçekçi. Halkın büyük çoğunluğu Suriye’de yönetimin değişmesiyle şu an Türkiye’de bulunan milyonların ülkelerine dönmesinin kendi refahında neredeyse otomatik bir artışa sebep olacağına inanıyor, ya da en azından buna inanmak istiyor. Bu düşüncenin nesnel temelleri de var. Türkiye’deki enflasyonun esas itibariyle talepten kaynaklandığı palavrasını yutarsanız, başta barınma ihtiyacı olmak üzere, herhangi bir hizmet ya da ürüne talebin birkaç milyon kişinin gidişiyle birlikte düşeceğine inanmanız doğal. Bir başka varsayım ise iş piyasasıyla ilgili. Daha düşük ücretlerle çalışan göçmen işgücü denklemden çıkartıldığında, işsiz sayısının azalması ve ücret seviyesinin yükselmesini bekleyebilirsiniz.

Gelin görün ki, kâğıt üzerinde geçerli olan kimi doğrular “piyasa koşulları” ve gerçek hayat devreye girdiğinde geçersiz hale geliyorlar. Baştan başlayalım. Suriyeli göçmenlerin kitlesel olarak geri dönmeleri, bir başka deyişle toplam talebi etkileyecek boyutta Türkiye’yi terk etmeleri, bugünden yarına gerçekleşebilecek bir şey değil. Suriye’de tesis edilen, daha doğrusu, tesis edildiği izlenimi verilen nizamın 10 yılı aşkın süredir Türkiye’de iyi kötü bir düzen kuran ailelerin bundan sonraki yaşamlarını sürdürmek isteyecekleri bir seviyeye ne zaman geleceğini şimdiden kestirmek olanaksız. Şam’ın merkezini bir yana bırakırsak, insanların sokağa çıkmaktan bile korktukları, 40 farklı ülkeden devşirilmiş kelle kesicilerin asayişi temin etmesi beklenen bir ülkede kimse yaşamak istemez. 

Her ne kadar aynı merkezin “çocukları” olsalar da  HTŞ, SMO ve YPG arasında henüz tam sonuçlanmamış bilek güreşinin nihayete ermesinin alacağı zamanı bir yana bırakalım. Ilımlılık cilasıyla pazarlanan HTŞ’nin kendi içerisinde tam bir denetim sağlaması dahi kolay ve çabuk olmayacaktır. Kafkasya’dan, Filipinler’den veya Uygur Bölgesi’den ithal edilmiş selefi cihatçıların, ABD, İsrail ve Akepe’nin arzu eder göründüğü “hoşgörülü” rejime razı olmaları eşyanın tabiatına ters. O pilav daha çok su kaldırır. Bu yüzden sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında uzun yıllardır yaşayan Suriyeliler’in geri dönüşleri de genişçe bir zamana yayılacaktır. Bu işin “asayiş” tarafı.

Bir de odadaki fil var. Arkadaşlar arasında biz ona ekonomi diyoruz. Suriye’nin, jeopolitik açıdan bakıldığında İsrail’in, ekonomi politik penceresinden değerlendirildiğinde ise uluslararası sermayenin  talep ve beklentileri doğrultusunda daha önce parçalanan Libya ve Irak’tan farklı olarak çok zengin doğal kaynakları yok. Dünya Bankası’nın ilk tahminlerine göre ülkenin ayağa kaldırılması için gerektiği söylenen 50 milyar ABD dolarını bulmak öyle zor bir şey değil. Katar, BAE, Suudi Arabistan gibi ülkelerin kirli çıkınlarından bunun çok daha fazlası çıkar. Yalnız bu paranın geri alınması nasıl olacak, onu çözebilmek güç. Emperyalizm misliyle geri almayacağı bir harcamayı yapmaz. İşte bunun için yağmalanacak bir kaynak gerekir. Jeopolitik önem vesaire de bir iki bilanço döneminde kâra çevrilebilecek bir varlık değildir. Uzatmayalım, bunun hesabını kitabını bu konuda çok daha yetkin iktisatçılar yaparlar. Benim ilgilendiğim taraf, bu gerçekler temelinde Suriye halkının temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir ekonomik düzenin bugünden yarına kurulmasının mümkün görünmediğidir. O halde göçmenlerin neden ve neye güvenerek dönecekleri sorusu orta yerde durmaktadır.

Dönüş meselesinin bir diğer yüzü ise sermayenin açgözlü tabiatıdır. Geri dönenlerin sayısı daha birkaç bin bile olmadan, patronlardan yükselen feryatları duyuyoruz: “Biz nereden işçi bulacağız?” Türkçe gibi görünen o sızlanmanın dilimize tam çevirisi işe şudur: “Biz nereden köle bulacağız?” Bu, “kalmak isteyenin başımızın üzerinde yeri var” buyuran Akepe Genel Başkanı’nın, “Suriye’de fabrika açın orada çalışsınlar” şeklinde parlak bir sömürüye devam formülü üreten Ana Muhalefet liderinin ve her ikisinin de sadık bendeliğini paylaşamadıkları patron düzenin bekasıyla yakından ilişkili bir sorundur. Sermaye sınıfı tatmin edilmeli, taze ve olabildiğince ucuz etle doyurulmalıdır. O halde halkımızın bu alandaki beklentisinin de karşılanmayacağını söylemek şom ağızlılık sayılmamalıdır. İhtimal, Suriyeli sermaye sahipleri ve bağlantılı oldukları kelle kesiciler gidecek, açlık sınırında ücretlerle çalışan emekçiler, aileleriyle ve bir bölümü Arapça dahi bilmeyen, hepimiz kadar Türkçe konuşan çocuklarıyla burada kalacaktır.

Suriye’de Akepe’nin en büyük başarısı, ABD ve İsrail’in sadık bir müttefiki olduğunu kanıtlamış ve iktidarını sürdürmek için emperyalizmden yeni bir kredi almış olmasıdır. O başarının kaçınılmaz sonucu yurtsuz sermaye sınıfının genişleme ve daha çok kâr ihtiyacının karşılanacak olmasıdır. Bu “başarı”dan Türkiye halkına kalan yokluk ve yoksulluk koşullarının daha da ağırlaşmasıdır.

Esas başarı ise Suriye’nin güneyindeki hâkim tepe olan Şeyh Dağı’nda İsrail bayrağıyla zafer pozu veren ve işgal ettikleri topraklardan çekilmeyeceğini yineleyen hırsız, soykırımcı ve Nazi Netanyahu’ya aittir. O başarıya katkı sağlayan herkes Netanyahu’nun insanlığa karşı işlediği ve işleyeceği suçların ortağıdır. 

Bu manzaradan insanlık adına kaygı duymak doğaldır. Ancak asıl yapılması gereken emperyalizmin ülkemizde, bölgemizde ve dünyada kaynattığı cadı kazanını devirmektir. Bu da öfkelenmekle, öfkeyi dirence, direnci örgütlenmeye dönüştürmekle mümkündür. 

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, ülkenin dört bir yanında, kaygı ve umutsuzlukta boğulmayı kabullenmeyenlerin örgütlenme adresi olmaya hazırdır. Şimdi kenetlenme zamanıdır.1

  • 1Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısına şuradan (https://halkmeclisi.org/halk-temsilcilerini-seciyor/) ulaşabilirsiniz.