Bildiğimiz dünyanın sonu

“John Maynard Keynes, tüm işin otomasyonla gerçekleştirildiği çok gelişkin bir toplumda bunun etkisinin ne olacağı sorununa ilişkin bir tahminde bulunmuştu. ‘İnsan, yaradılışından bu yana ilk kez gerçek, kalıcı sorunuyla; zorlayıcı iktisadi meşgalelerden kurtulmanın beraberinde getirdiği özgürlüğü nasıl kullanacağı, bilimin ve bileşik faizin kendisine kazandırdığı boş zamanı akıllı, makul ve iyi bir şekilde nasıl dolduracağı sorunuyla yüzleşecektir.’ Keynes işten kurtulmanın, yapmaya değecek pek bir şey bulamayan aylak zenginler ve eşleri için yarattığından daha iyi sonuçlar doğurmasını ummuştu.

“… Bu yeni toplumda insanların daha ziyade meşguliyetleri üzerinden tanımlanacağını umuyoruz: o bir izci gönüllüsüdür, berikiyse tıbbi çalışmalar için bağış toplar. Birçok insanın gerçekleştirmek istediği, bahçe işleri, resim yapmak, şiir yazmak, spor yapmak, manevi faaliyetler yürütmek ya da ömür boyu öğrenmek gibi tutkuları vardır. Başkaları hastanelerde gönüllü hizmetler vererek, çocuklara ya da özel ihtiyaçları olan insanlara bakarak veya müzelerde rehberlik yaparak yardımcı olmak isteyebilir. Maddi mal ve hizmetlerin tüketimine daha az odaklanılırken işbirliğine dayalı çalışmaya ve kendini gerçekleştirmeye daha fazla odaklanılacaktır.”

Bu satırlar ünlü bir “pazarlama gurusuna”, Philip Kotler’a ait. Bugün gerek rafine burjuva ideologları gerekse Marksistler arasında kapitalizmin mevcut şekliyle varlığını sürdüremeyeceğine ilişkin argümanlar hayli yaygın bir biçimde dile getiriliyor. Kotler’ın otomasyon ve yapay zeka teknolojilerinin gelişiminin istihdam üzerindeki etkisine ilişkin söyledikleri bunun bir örneği. Bu argümanların, yani kapitalizmin bir tür “çöküş dönemi” içinde olduğu ya da “bildiğimiz dünyanın sonunun yakın olduğu” argümanının başka varyantları da mevcut. Fosil yakıt kaynaklarının tükenmesi ve kapitalizmin yenilenebilir kaynaklara dayanarak mevcut (tarihsel) büyüme oranlarını korumasının imkansız olduğu, iklim felaketlerinin sıklığının ve şiddetinin giderek artacağı ve bunun dünyada çok büyük çaplı nüfus hareketlerine neden olacağı ya da ABD hegemonyasının çözülüşünün yarattığı kaosun giderek daha da büyük siyasi çalkantılara neden olacağı tezi gibi örnekler verilebilir.

Bu tür tezlerin ortak noktası “bildiğimiz, içinde yaşadığımız dünyanın artık sürdürülemez olduğunu” savunmaları. Kotler gibi pazarlama guruları bu “yeni bir dünyaya” nispeten sorunsuz bir geçişin yaşanabileceği, sistemin ille de çökmesinin gerekmediği ancak bir dizi “radikal” düzenlemeyle sürecin yönetilebileceği görüşünde. Bunun için yakın geleceğe ilişkin daha “sarih”, öngörülü politikalar geliştirilmesi ve şimdiden hazırlık yapılması yeterli. Tabi bu durumda geleceğin işsizlik dalgası da pazarlama gurularını vurmamış olacak, onlar “öngörü” ve “sağduyu” geliştirme işine devam edebilirler.

Bütün burjuva ideologlarının “kapitalizmin geleceği” konusunda karamsar olduğunu iddia etmiyorum. Ancak kapitalizmin insanlara herhangi bir umut sunamadığını ve bu durumun uzun hatta orta vadede pek de sürdürülebilir görünmediğini kabul edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu ön kabulden hareketle geliştirilen reçetelerse farklılaşabilir.

Çöküş argümanının özellikle Batı’daki üniversitelerin “beşeri bilimler” bölümlerindeki kürsülerinde üretimlerine devam etmekte olan “Marksist” entelektüel versiyonuysa bu gelecek tasvirine biraz daha farklı yaklaşıyor. Bu kategoriye yerleştirilebilecek pek çok Batılı Marksist entelektüele göre “bildiğimiz dünyanın sonu” gelişmiş kapitalist ülkeleri de kapsayacak şekilde sınıflar mücadelesinin şiddetlenmesini, kitlelerin kapitalizme alternatif arayışı içine girmesini beraberinde getirecek. Yani “çöküş”, yeni bir devrim çağının habercisi olabilir (lütfen akademisyenlerimizden kesin cümleler kurmalarını beklemeyin; bu nedenle “olacak” değil “olabilir”). Üstelik bu defa tam da Marx’ın beklediği gibi devrimin odak noktasında kapitalizmin en gelişmiş olduğu coğrafyalar durabilir (bakın “duracak” demiyorum!).

Bu akıl yürütmenin ilk, yani burjuva liberal biçimini neden “beğenmediğimiz” açık. Bildiğimiz, içinde yaşadığımız kapitalizmin çökebileceğini, hatta çökmekte olduğunu söylüyor ama yerine yine kapitalizmden başka bir şey olmayan bir geleceği koyuyorlar. Bazılarının tasvir ettiği gelecek, eğer Kotler’ın tanımlamasını baz alacak olursak, tuhaf bir biçimde Marx’ın Alman İdeolojisi’nde yaptığı “komünizmin üst aşaması” tarifini uzaktan andırıyor:

“… hiç kimsenin münhasır, tek bir faaliyet alanının olmadığı, herkesin dilediği alanda kendini gerçekleştirebildiği komünist toplumda, genel üretimi toplum düzenler ve böylece bugün bir şey yarınsa başka bir şey yapmamı, sırf bir aklım olduğu için avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmaksızın sabah avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır gütmemi, yemekten sonra eleştiri yapmamı olanaklı kılar.”

Marx yabancılaşmamış emeğin gönüllü işbirliğine dayalı komünizmin üst aşamasını böyle tarif ediyordu. Kotler’ın “bildiğimiz dünyanın sonuyla” birlikte pürüzsüz bir şekilde gelmesini “öngördüğü” gelecekse yarının işsizlerine “aylak olmayan” zenginlerin ve eşlerinin bugünkü hayatını vaat ediyor. İşleri robotlar ve yapay zeka yaparken, hep birlikte “güneşli pazartesileri” yaşayıp, bir an için intihar düşüncesinden uzaklaşabilmek için kendimizi hayır işlerine verdiğimiz bir gelecek… Gurumuz bizi Mars’a götürecek de diyebiliriz, atlayın Elon Musk’ın roketine…

Kürsü sahibi Marksist aydınlarımızın ayağının bu denli yerden kesilmiş olduğunu söyleyerek onlara haksızlık etmeyelim. En nihayetinde “bildiğimiz dünyanın sonu” argümanının örneğini verdiğimiz çeşitli kalkış noktalarının maddi bir temeli var. Gerçek sorunlardan söz ediyorlar. Gerçekten de dünya giderek şiddetlenen iklim felaketleri yaşıyor, gerçekten de kapitalizm fosil yakıtları ikame edecek bir teknolojik atılımı halen gerçekleştirebilmiş değil ve gerçekten de ABD hegemonyası büyük bir gürültüyle çöküyor. Bütün bunların ve daha fazlasının sınıflar mücadelesini kızıştırdığını söylerken de haklılar. Kimilerinin analitik becerileri Türkiye’de yamaklarının bir hayli ötesine geçiyor, tutarlı analizler ortaya koyabiliyorlar, haklarını yemeyelim.

Yine de kürsü sahibi sol liberallerin burjuva liberallerle birleştikleri bir bağlam var. Devrim, ne onlar için ne de burjuva liberaller için bugüne, somut duruma, içinde yaşadığımız gerçekliğe ait bir kavram. Burjuva liberaller açısından “devrim” zaten çöküşle eş anlamlı. Ya da çöküşün olası en kötü biçimi… Onlar mesailerini devrimin güncelliğinin üzerini örtmek, devrimden kaçmak için burjuvazinin ihtiyaç duyduğu aklı üretmek için harcıyor. İşlerini yapıyorlar.

Sol liberallerse devrimi bir çıkış olarak görüyor, ama hiç ulaşılamayacak, hep geleceğe ait bir çıkış olacak. “Çöküşün eli kulağında, insanlar yeni alternatiflere yönelebilir”; böyle diyorlar. İyi. Oysa çöküşün eli kulağında değil, kapitalizm her an ve her yerde çöküyor; çökerken de çökmekte olanın yerini bir şekilde dolduruyor. Devrimin güncelliği, şimdiye, içinde bulunduğumuz ana ait olması; somut, ulaşılabilir ve zorunlu bir sıçrama olması ve işçi sınıfının siyasi mücadelesine her an içsel kılınması anlamına geliyor. Sol liberallerse onu hep geleceğe bırakıyor.

100 yıl önce, belki daha farklı saiklerle yürüyen kavga yine aynıydı. Kapitalizm dünya çapında, sistemik bir dönüşüm geçiriyor, emperyalist aşamaya geçiyordu. Bu geçiş, kimi burjuva liberallerin vaaz ettiği gibi pürüzsüz, sancısız, “yönetilebilir” bir şekilde değil yıkarak, devirerek, kanla, ateşle gerçekleşiyordu.

Bu geçiş yine dönemin en büyük, en kitlesel sosyal demokrat partilerinin, Marksistlerinin düşündüğü, ileri sürdüğü gibi işçi sınıfını kendiliğinden iktidara yakınlaştırmıyordu. Oysa yirminci yüzyılın başında bir dizi ülkede kitleselleşen İkinci Enternasyonal partileri devrimin yakın, pek yakın bir gelecekte bu çizgisel sürecin bir devamı olacağını, kapitalizmin çelişkilerinin, yani “bildiğimiz dünyanın sonunun” kaçınılmaz bir sonucu olacağını düşünüyor, stratejilerini bunun üzerine kuruyorlardı. Bu partiler ve onun liderleri, yirminci yüzyılın ikinci on yılının ortalarına gelindiğinde kendilerini “pek yakındaki devrimin” safında değil, emperyalist savaşta, egemen sınıflarının yanında buldular.

Kapitalizmin derinleşen çelişkilerinin işçi sınıfı devriminin somutluğu, gerçekliği anlamına geldiğini gören gerçek Marksistler Bolşevikler oldu. Marksizmi durağan, çizgisel gelişen bir tarih tezi olarak değil, asıl anlamıyla, devrimci mücadelenin eylem kılavuzu olarak kullandılar. İşçi sınıfı devriminin kendiliğinden, kapitalizmin derinleşen çelişkilerinin organik bir sonucu olarak değil, bilinçli ve iktidarı hedefleyen siyasi mücadeleyle gerçekleşebileceğini ortaya koydular. Teorilerinin de pratiklerinin de merkezinde devrimin somutluğu, güncelliği bulunuyordu ve bundan hiçbir zaman, hiçbir koşulda taviz vermediler. Devrimin güncelliğini pratiğin, işçi sınıfının çıkarlarını gündelik siyasetin merkezine koydular.

100 yıl önce Bolşevikler bu mücadeleyi kazandı. Bu mücadelenin meyvesi Ekim Devrimi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’yle açılan yeni çağ, yani gerçek anlamıyla o zamana kadar bilinen dünyanın sonu oldu. Ekim Devrimi hiçbir şey öğretmediyse bunu öğretti: Yeni bir dünya devrimle kurulur.