Orman yangınlarının, tekil olaylar değil, ekolojik olduğu kadar ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel nitelikli süreçler olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Ormanlar da yanar insanlar da…

Çok eski arkadaşımdır. Dostluğuna, dürüstlüğüne, ülkesine ve halkına bağlılığına söz yetiştirmeye kalkmak gerekmez de, mesleği ve işi ile ilgili birikimi, onun da ötesinde adanmışlığı imrenilecek düzeydedir. Yarım yüzyıldan beri orman mühendisidir. Alanında doktora yapmıştır, doçent unvanı da edinmiştir; ama bunları genellikle kullanmaz, çünkü o uğraşlara dağarcığıma bir şeyler daha katabilir miyim diye girmiştir sadece. 

Adı Yücel Çağlar’dır; çok zamandır söyleyip dururum, o günleri görecek olursam değil, gördüğümde, ilk devrimci hükümetimizde ormancılık işlerinin sorumluluğunu yüklenecek üyenin belirlenmesi gündeme geldiğinde, bana söz düşerse, tek adayımdır.

Birkaç gün önce telefonla aradım, orman yangınlarından söz açtım, ne diyeceğini sordum. Başka türlüsü olabilir miydi, meğer “asıl sorulması gereken 16 soru” diye bir metin hazırlayıp birçok yere göndermiş zaten. Ayrıca, önlemlerle ilgili olarak, son bir gözden geçirme yapma fırsatı bulamadığı  uzunca bir not daha yazmış. “Onu daha hiçbir yere göndermemiştim, sana bir torpil yapayım, önce sana göndereyim.” dedi. Bir iki saat sonra not elimdeydi. O notu, özünü, hatta ayrıntılarını elimden geldiğince korumaya çalışarak özetleyeceğim.

***

Bir kez, orman yangınlarını tümüyle önlemek, böylece yangınların yol açacağı yıkımları sıfırlamak, mümkün değil. Mümkün olan, yangınları ve yol açabilecekleri zararları en aza indirmeyi sağlayacak önlemleri almak. 

Bu önlemlerin ise birbiriyle bağlantılı iki boyutunun olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bir bakıma, sağlık alanındaki yaklaşımı hatırlatıyor: önlemek ve söndürmek. 

Önlemek söz konusu olduğunda, öncelikle, orman yangınlarının hangi nedenlerle çıktığına bakmak gerekiyor. Bunlar iki başlık altında toplanabilir: Birincisi, ekolojik nedenler. İklim, arazi yapıları, orman ekosistemlerinin yapısal özellikleri bunlar arasında bulunuyor. İkinci nedense insanların bilinçli ve bilinçsiz eylemleri olarak belirtilebilir.

Bu nedenleri ülkemizdeki bazı koşullarla birlikte düşünmek biraz daha aydınlatıcı olacaktır. 

Marmara ve Trakya’nın batısı ile Ege ve Akdeniz bölgelerinin özellikle denize bakan yamaçlarındaki ekolojik koşullar, orman yangınları için son derece elverişlidir. Ayrıca, kırsal yerleşmelerin dağılımı, özellikle orman ekosistemlerinin içinde ya da bitişiğinde yaşayan insanların, başta tarım ve ormancılık olmak üzere, yaşama kültürleri yangınları tetikleyebilecek nitelikler taşır.

Bunların dışında, ormancılığın yanı sıra turizm, madencilik, enerji, inşaat, ulaşım ve tarım politikaları ile bunların dayandırıldığı hukuk düzenlemelerinde iki yöneliş eksik olmamaktadır: Bir yandan, sermaye sınıfı ile onun çeşitli katmanlarına yeni rantlar, daha genel anlatımıyla, imkânlar sağlamak; öte yandan, yoksul köylülere, özellikle “devlet ormanı” sayılan yerlerde,  “sus payı” denebilecek bazı araziler edindirmek.

Bu koşullar veriyken ülkemizde orman yangınlarının çıkması kaçınılmazdır. Ancak en aza indirilebilmesi mümkündür. Dolayısıyla, orman yangınlarıyla mücadelede öncelik ve ağırlık, yangınların çıkma olasılığının en aza indirilmesine verilmelidir. Bu amaçla yapılabileceklerin bazılarına değinelim.

Özellikle yangın çıkma olasılığının yüksek olduğu yörelerdeki ormancılık birimlerinin alan genişliği yörenin ekolojik, toplumsal ve kültürel özellikleri de göz önünde bulundurularak azaltılmalıdır.

Ağaçlandırma süreçlerinde ağaç ve ağaççık türü seçimi, sıklık, bakım ve benzeri  uygulamalarda dikkate alınan değişkenler gerçekçi olarak belirlenmeli; yangın olasılığını en aza indirmeye yönelik ağaçlandırma projeleri geliştirilip uygulanmalıdır.

“Devlet ormanı” sayılan yerler, bu yerlerdeki orman ekosistemleri, yaylak ve yayla olarak kullanımlar sonucu bütünlüğünü yitirmiş, parçalanmış, delik deşik olmuş durumdadır. Bu durum özellikle 2000’li yıllarda yaygınlaştırılan yapılaşma, madencilik, turizm, enerji vb izinler ve arazi tahsisleri ile pekişmiştir. Bu aşamadan sonra yapılması gereken, yangın çıkarma olasılığı yönünden zorunlu olduğu saptanacak yörelerdeki izin ve tahsislerin kaldırılması; kaldırılamayacak  yerlerdeki tesislere, yapılara ise yangın önlemi alma zorunluluğu getirilmesidir.

Yürürlükteki anayasanın hemen hemen hiç işletilmeyen 170’inci maddesinden yararlanılarak orman içindeki köyler halkının, kısmen ya da tümüyle, bilimsel olarak orman niteliğini tümden yitirmiş yerlere yerleştirilmesi sağlanmalı; bu halkın yaşamını kolaylaştırıcı önlemler devlet eliyle uygulanmalıdır.

Ormancılık alanında çalışan işgörenlerin, bu arada çok eskiden beri önemli işlevleri olmuş “orman muhafaza memurları”nın seçilmesi, eğitilmesi, sayılarının artırılması, teknolojik donanımlarının sağlanması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ivedilikle ele alınıp geçerli çözümlere kavuşturulmalıdır.   

Yerleşim yerlerine ve yollara yakın orman ekosistemlerinde budama, diri örtü temizliği işlemleri düzenli biçimde yapılmalı, servi gibi görece olarak güç yanan ağaç türleriyle yangın perdeleri oluşturulmalıdır.

Yangın erken uyarı ve bildirme düzenekleri çok daha sık biçimde oluşturularak yıl boyunca işler durumda bulunmaları sağlanmalıdır.

“Yangın mevsimi” adıyla belirlenen dönem sınırlaması kaldırılmalı; yangın önleme çalışmaları belirli aylarda yoğunlaştırılmakla birlikte kesinlikle tüm yıl boyunca sürdürülmelidir.

Bütün bu önlemlerin kısa sürede alınması pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle, orman yangınlarının önlenmesini amaçlayan kapsamlı bir “eylem planı” hazırlanarak bunun uygulanmasının yasal güvence altına alınması gerekir.

Bunlar önleme ile ilgiliydi. Söndürme konusuna gelince:

Her yanma olayının yanıcı maddenin özelliğine, yanma yerinin koşullarına, yanmanın gerçekleştiği hava durumuna, yangının çıkış nedenine bağlı olarak değişen özellikleri söz konusudur. 

Hangi nedenle çıkarsa çıksın orman yangınları, birçok yangın türünden farklı olarak, çoğunlukla denetlenemeyen koşullara göre başlayıp yayılabilir. İklim koşulları; ağaç, ağaççık, çalı, ot ve benzeri yanıcı maddelerin nitelikleri; arazi yapısı; bitki örtüsünün yaşı, sıklığı, boyu ve benzeri etkenler orman yangınları üzerinde birbiriyle etkileşimli biçimde belirleyici olur. Bu nedenlerle, söndürme çalışmalarının bilgili, deneyimli işgörenler -yangın uzmanları- tarafından yönetilmesi zorunludur. 

Söndürme çalışmalarının bu değişkenlerin eşzamanlı olarak dikkate alındığı bütüncül bir sistem olarak kurgulanması ve yürütülmesi gerekir. Ülkemizdeki yaklaşım ise hiçbir zaman böyle olmamıştır. Bu nedenle de yangınlar günümüzde bile iklim koşullarına, yanıcı maddelerin tükenmesine, yangının sucul ya da ağaçsız, ağaççıksız, çalısız bir yere ulaşmasına bağlı olarak söner ya da söndürülebilir duruma gelir.

Özellikle tekil söndürme çalışmaları yangın uzmanları tarafından yönetilmeli; işletme müdüründen bakanlara kadar kimsenin çalışmalara karışmaması sağlanmalıdır. Ancak, bu yıl çıkanlarda olduğu gibi büyük ve yaygın orman yangınlarının söndürülmesi çalışmaları yörenin ekolojik koşulları, yöredeki halkla ilişkiler ve benzeri konularda bilgili ve deneyimli yangın uzmanlarının oluşturacağı bir kurul tarafından yönetilmeli; bu kurula orman işletmelerinden en az bir meteoroloji uzmanı da katılmalıdır.

Orman yangını söndürme işçileri uygun bedensel ve ruhsal özelliklere sahip, sağlıklı, öncelikle orman ekosistemlerinin içinde ve bitişiğinde yaşayan yöre insanlarından seçilmeli, mevsimlik ve sözleşmeli olarak değil ekonomik hakları ve uygun çalışma koşulları sağlanmış “orman yangını itfaiyecileri” olarak işlendirilmeli, gereğince eğitilmeli, sayıları daha da artırılmalı, başta koruyucular olmak üzere gelişkin araç ve gereçlerle donatılmalıdır.

Bir zamanlar yangın olasılığı yüksek orman işletmelerinin sorumluluk alanlarında “yangın havuzları” oluşturulmuştu. Bunlar yeniden düzenlenmeli, yer ve uygun hava araçlarının su alabilecekleri genişlikte olmak üzere yeterli sayılara ulaştırılmalı; güvenlik altına alınmış bu havuzlar her mevsim dolu tutulmalıdır.

Helikopterler ve uçaklar orman yangınlarını söndürmede “olmazsa olmaz” kurtarıcılar sanılmaktadır. Oysa, bu hava araçları, çeşitli koşullara – arazi, başta rüzgâr olmak üzere iklim, orman ekosisteminin özellikleri, su kaynağına uzaklık vb- uyumlu olarak kullanıldığında yeterince etkili olabilmektedir. Bu araçların farklı yangın koşullarındaki iş görme becerilerinin analizleri yapılmalı; ekolojik koşullara uygun farklı özelliklere sahip helikopter ve uçakların kullanıma hazır durumda bulundurulmaları sağlanmalıdır. 

Orman Genel Müdürlüğü katma bütçeli olmasının yanı sıra gelirlerinin yarısından fazlası orman ürünleri ile ormancılık hizmeti satış gelirlerinden – döner sermaye gelirleri- oluşmaktadır. Bu bir imkân sayılmalı, Genel Müdürlük belirli bir dönem içinde gerekli nitelik ve nicelikte helikopter, uçak ve benzeri araçları edinmelidir. 

Her orman yangını özgül bir olgudur, dolayısıyla söndürme çalışmaları da buna uygunluk göstermelidir. Bu nedenle “orman yangını itfaiyecileri”nin özellikle her büyük yangından sonra yangının tüm özellikleri ile yangın söndürme çalışmalarının başlangıcından sonuna kadar ayrıntılı öyküsünü yazmaları ciddi bir yarar sağlayabilir.

Önleme ve söndürme çalışmaları birbirleriyle ilişkisi göz ardı edilmeden ama ayrı stratejiler olarak planlanmalı ve yürütülmelidir. Ayrıca, orman yangınlarının, tekil olaylar değil, ekolojik olduğu kadar ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel nitelikli süreçler olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

***

Bir de, TKP Çevre Bürosu’nun ön değerlendirme raporundaki son satırları buraya almakla tekrara düşer miyiz acaba? Yoksa, tekrar da olsa gerekli midir?

“Orman yangınlarında da karşımıza çıkan bu piyasacı sömürü düzeniyle hesaplaşmadan ne ormanlarımıza ne de doğal zenginliklerimize sahip çıkma şansımız bulunmaktadır. Ormanlarımızın korunması için gerekli tedbirler bilimin ışığında merkezi planlama ile hayata geçirilmeli, orman yangınları ile mücadele için gerekli toplumsal örgütlenme oluşturulmalı ve sürekli kılınmalı, orman işçilerinin mesleki yeterliliği ve güvenceli çalışması sağlanmalıdır.”

***

Daha küresel salgın denilen olgunun ülkemiz yetkililerince “kabul ve itiraf edilişi”nin dördüncü ayı dolmadan, 12 Haziran 2020 tarihinde bu köşede şunları yazmışım, bugün daha da geçerli, üstelik salgının sonu görünmüş değil hâlâ:

“(…) sadece bu salgın sürecine bakılarak yönetenlerde kolayca saptanabilecek iki önemli eksikliğe gelelim.

Bunlardan birincisi, akıl eksikliğidir, denilebilir. Elbette akılsız oldukları anlamında değildir bu. Kendilerine özgü bir akılları var kuşkusuz. Her günkü konuşmalarda, bu tür bir eleştiri ile karşılaşanlar, genellikle savunma konumuna geçerek “Benim aklım bana yeter!” biçiminde bir karşılık verirler. Burada söz etmeye çalıştığımız ise bir felsefe terimi olarak “akıl”dır. Bunu, kısaca ve kuşkusuz pek yetersizce, gerçekliği tanıma ya da kavrama yetisi, biçiminde anlatmak mümkün. Böyle bir yeti ne kadar yetersiz düzeyde ise neredeyse sonsuz bir çeşitlilik içindeki somut gerçeklik karşısında tutarsız, umarsız, yer yer de gülünç durumlara düşmek o kadar yüksek olasılıktır.

Hemen fark edilen ikinci eksikliğe gelince bunun örgütlenme ve örgütlendirme becerisindeki yetersizlik olduğu ileri sürülebilir. Yukarıda sıralanan durumlara ve birçok benzerine bakar bakmaz ilk akla gelen söz, bana anlatım gücü daha yüksek göründüğü için özür dileyerek kullanacağım, “dezorganize”dir; tam bir karmakarışıklık, düzensizlik, örgütlülükten uzaklık durumu…”

Bu eksiklikler ve başkaları, toplumsal-iktisadi düzenin geçici ve üstünkörü biçimde olsun baş etmekte çok zorlandığı dönemlerde büsbütün “akut” hale gelir. Salgın hastalıklar, ardı arkası kesilmeyen göçmen akınları, bugün yaşananlara benzer yangınlar, hep bu tür kriz dönemlerinin ya da durumlarının örnekleri arasındadır.

***

Öyleyse, madde bir, örgütlü işçi sınıfı ve öteki emekçi katmanlar duruma el koyacaklar; madde iki, insanların kendi aralarındaki düşmanlıkların kaynağını oluşturan eşitsizlik ile  haksızlıkların kökünü kurutmaya girişilecek; madde üç, insanlar tek tek ve topluca “şu kahrolası hayat”ın önünde sürüklenip giden zavallılar olmaktan kurtulup kendi yarattıkları “muazzam” birikimin sağladığı gücü kavrayacak ve hem birbirleriyle hem doğa ile dostça bir uyum içinde var olmanın güzelliğini yaşamaya başlayacaklar.

Yazılar bitmez değil ya, yine geldik sonuna. Yazanlar neyse ne de, onlar yazar dururlar zaten; asıl, okuyanların, hele hele okuyup da benimseyenlerin canlarına sağlık… Hem canları sağ olsun hem de her neredelerse oturakalmasınlar…