'Bu muhalefet tarzı iktidarı zayıflatmak bir yana güçlendiriyor. Ve bu iktidar baskıcı karakteriyle toplumun bir kesimini daha fazla Amerikancılığa, berbat bir özgürlük anlayışına doğru ittiriyor.'

Ne aldattınız be!

Fransa’da Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik… 

Rusya’da Ekmek, Barış, Toprak…

Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm!

Türkiye’de devrimci mücadelenin stratejik yönelimlerinden biri bu sloganda ifadesini bulmuştu. Mehmet Ali Aybar da kitaplarından birine bu adı uygun görmüştü.

Türkiye solundaki bölmelerinden birinin tercihiydi ama farklı farklı anlamlar yükleniyordu bu slogana. Kimilerine göre, bağımsızlık ve demokrasi sosyalizmin yolunu açacaktı. Kimileri bu üç sözcüğün farklı dinamiklere sahip olduğunu ve devrimin üçünün bileşkesi olarak başarıya ulaşacağını ileri sürüyordu. Bir de bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizmin bir bütün olduğunu, biri olmadan diğerinin asla gerçekleşemeyeceğini söyleyenler vardı.

Ekmek, barış, toprak ise 1917’de Bolşevikleri iktidara taşıyan yaklaşımı özetliyordu. İşçi sınıfı ekmek kavgası veriyor, savaş yorgunu asker “barış” istiyor, yoksul köylü ise ekecek toprak talep ediyordu. “Barış” bu üç kavga konusunda bir adım öne çıktı. Çünkü işçiler çalışma koşullarının ve açlıklarının savaş nedeniyle ağırlaştığını fark etmişti. Cephe için üretiyor, kışla disipliniyle çalıştırılıyor, hak aradıklarında silah altına alınıp ölüme yollanıyorlardı. Köylüler büyük toprak sahiplerinin acımasızlığı ile perişan olmuşlar, eldeki bir avuç toprağı ekecek evlatlarının cepheden dönüşünü iple çeker hale gelmişlerdi.

Sosyalist devrim “hemen barış” diyerek başarıya ulaştı.

Fransa’da 1789’da büyük heyecan yaratan ve saraylar deviren özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganı bir sonraki yüzyıla da taşındı ve kaçınılmaz olarak bu üç sözcüğün birbiriyle sürtündüğü görüldü. Monarşiye karşı işçi sınıfının sokak gücünü kullanarak iktidara gelmek isteyen burjuvalar daha çok “özgürlük” diyor, yoksul emekçiler eşitliği öne çıkarıyordu. Sınıf çelişkileri büyüdükçe, işçi sınıfı kralla da kralsız da yoksullaştıkça kardeşlik güme gitti doğal olarak.

Gelelim bugüne…

AKP’li yıllarda liberalizm ve ulusalcılık solu, aydınları derinden etkileyen ve AKP karşıtı toplumsal kesimlerin siyasal tercihlerini şekillendiren iki akım olarak öne çıktı. Çok sert, keskin bir biçimde konumlandılar birbirleri karşısında. Bu konumlanış bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm bütünlüğünden birini el çabukluğu ile devre dışı bıraktı. Sosyalizmin bu kutuplaşmada yeri yoktu. 

Liberaller “demokrasi” ya da “özgürlük”, ulusalcılar “bağımsızlık” diyordu. Öncelikler böyle belirlenmişti. Eşitlik bu kutuplaşmaya itiraz eden komünistlerin elinde kaldı.

Özgürlükçü yaklaşım AKP destekçiliğinin ilk on yılına damga vurdu, bağımsızlıkçı yaklaşım AKP yandaşlığının son yıllarına…

Özgürlükçülük AKP Cumhuriyet fikrine ve laikliğe saldırırken yıllarca bayrak oldu. Sonra bağımsızlıkçılık AKP’nin özgürlüklere saldırısının kılıfına dönüştü.

2023 seçimleri “Saray” ya da “Tek adam rejimi” diye yanlışa götürecek bir adlandırmayla hedef alınan AKP iktidarından kurtulmayı “özgürlük” adına isteyen geniş bir koalisyon ile bu koalisyonun milli bütünlüğü ve ülke güvenliğini tehdit ettiğini ileri süren Cumhur İttifakı arasında geçtiyse bunun nedeni Türkiye’nin düşünce ve siyasi hayatını esir alıp kötürümleştiren liberalizm-ulusalcılık kutuplaşmasını bozamamış olmamızdır.

Vurduk, vurduk, dağıtamadık bu sonuçsuz ve kirli taraflaşmayı.

Millet İttifakı özgürlüğü savunurken laikliğin elden çıkarılması gerektiğini anlattı durdu halka. Oysa laiklik yoksa özgürlük sıfırlanıyordu. 

Millet İttifakı özgürlüğü savunurken NATO’yu, “batı emperyalizmi”ni güzelledi durdu. Oysa NATO zorbalıktı, darbeydi, hatta faşizmdi.

Yendik, itibarsızlaştırdık dediğimiz liberalizm, AKP destekçiliğinden AKP karşıtlığına dönüşüverdi ve kendini yeniden yapılandırdı. Özgürlükçülük AKP yorgunu toplumsal kesimleri TÜSİAD’çı, Amerikancı bir cephenin içine doğru çekti. 

AKP’ye ise “yerli ve milli” olmak kaldı. Hayat pahalılığının sarstığı, uyanmaya başlayan AKP tabanındaki yoksullar çoklukla “özgürlükçü” bloka ikna olmadı, orada kaos ve belirsizlik gördü, Erdoğan’ın himayesinde kalmayı tercih etti.

Eşitlik; yani sömürüye karşı olmak, yani sermaye diktatörlüğünü sorgulamak, yani sınıf çelişkilerini vurgulamak pek az kişinin umurundaydı…

“Bu seçim o seçim değil” diyenler aslında “hele bir özgür olalım sonra eşitlik de gelecek” diye düşünenler değildi. Onlar “sömürü düzeni sürsün ama bize fazla karışılmasın”cı bir orta sınıf zihniyetini temsil ediyordu.

Emekçi halkın kafası karıştı, büyük kent merkezlerinde toplanan daha eğitilmiş işgücü ve yıllardır özgürlükçü bir felsefeyle hareket etmeye alışmış HDP tabanı özgürlükçülüğe, diğerleri milliliğe yöneldi, toplum yeni bir felaketin eşiğine getirildi.

Eğer bu sahte karşıtlık dağıtılmazsa, eşitlikçi bir paradigma laiklik kuvvetiyle TÜSİAD-NATO özgürlükçülüğünü, uluslararası tekellerin hakimiyetini karşısına alan bir anti-emperyalist duruşla Osmanlıcı “milliciliği” zayıflatmazsa felaket kapıda demektir.

İranlılar yıllarca bu saçmalığın pençesinde. Mollalar iktidarının karanlığında hakkını arayanlara anında Amerikan ajanı damgası yapıştırılıyor. 

Pakistan’da batının adamı olarak iktidara gelen, çalıp çırpan, despot İmran Han, Amerikancı bir operasyonla alaşağı edildi, toplum özgürlükçüler ve milliciler diye bölünüverdi. Yoksullar sistemi sorgulamak yerine birbirini boğazlamaya başladı.

Şimdi Türkiye adım adım buraya gidiyor. 

Unutmayalım bütün dünyada devletler zayıflayan ABD hegemonyasının yarattığı belirsizlik nedeniyle bir yandan genişlemek bir yandan da küçülmemek için yeni stratejiler belirliyor.

Bu anlamda “yerli ve milli”lik bir kısım muhalifin dalga geçtiği gibi çakma otomobiller, tenekeden gemiler filan değildir. 

En uç örneklerinden birini Putin Rusyasının hayata geçirdiği devletin stratejik öncelikleriyle hareket etmeyi kabul eden büyük sermaye gruplarını ihya ve bu sermaye gruplarının kârlarını ve derin sömürüyü “milli güvenlik” gerekçesiyle dokunulmaz ilan etme politikası giderek daha fazla ülke tarafından benimseniyor.   

AKP iktidarı önümüzdeki dönemde Türkiye’de TÜSİAD sermayesini de bazı tercihlere zorlayacak. Rusya ve İran’dan farklı olarak Türkiye kapitalizmi batılı emperyalist ülkelerle ekonomik ilişkilerini daraltmayacak, bu anlamda “millilik” filan asla gözetilmeyecek ama “Yeni Osmanlıcı” yaklaşım bu kez içine sağcı Atatürkçülük de katılarak Türkiye burjuvazisine daha özerk bir pazarlıkçı bir yol açacak. Türkiye ekonomisi için hayati önem taşıyan Almanya ve İngiltere’nin bir noktaya kadar buna bir itirazı olamaz. ABD’nin ise Türkiye’ye bazı şeyler vermesi gerekiyor ki bazı şeyler alsın. Her istediğini yapabilen bir ABD yok artık.

Demem odur ki, liberalizm ve ulusalcılık eliyle üzeri örtülmek istenen eşitlik arayışı güçlü bir biçimde kendini hissetirmezse eğer, Türkiye’de derin bir sömürü “milli güvenlik” edebiyatı ile koruma kalkanına sahip olacak, işbirlikçi ve batıcı muhalefet sayesinde bu koruma kalkanı, her tür baskı ve hukuksuzluğu meşrulaştırmış olacak.

Son tahlilde bu uluslararası tekellerin de işine gelecek. Yazacağız bunun nedenlerini de…

Ama önce şuna odaklanalım. Bu muhalefet tarzı iktidarı zayıflatmak bir yana güçlendiriyor. Ve bu iktidar baskıcı karakteriyle toplumun bir kesimini daha fazla Amerikancılığa, berbat bir özgürlük anlayışına doğru ittiriyor. Bu sıkışmayı eşitlik arayışı olmadan bertaraf edemeyiz.

Eşitlikçi bir düzen, sosyalizmdir. 

Sosyalizmin gerçek bir bağımsızlığın ön koşulu olduğunu, güçlü bir Türkiye hedefinin sömürüden arındırılmış bir Türkiye’den geçtiğini anlatacağız.

Demokrasinin ne olduğunu da… Paranın borusunun öttüğü sözde bir demokrasiyi değil, halk iradesini iktidarsızlaştırmak için icat edilmiş kuvvetler ayrılığını değil, örgütlü bir toplumun her gün, her saat ve her yerde karar alma süreçlerine katıldığı, Meclis’in üzerinde hiçbir gücün olmadığı, yürütmenin Meclis’e bağlı olduğu gelişkin bir demokrasiyi anlatacağız ve savunacağız.

Ne yapıp edecek, bu halkın “özgürlükçüler” ve “milliciler” arasında bölünüp yoksulluğa talim etmesini engelleyeceğiz.