Kimsenin açıktan sahiplenmediği NATO üyeliğinin tartışmaya açılmasında, her durumda NATO’cular kaybedecektir. 

NATO’dan çıkmak

Neredeyse memlekette NATO’yu alenen sahiplenen kalmayacak! 

Biraz abartıyorum tabii... Kuşkusuz bu cüreti gösterenler çıkabiliyor. Ama NATO’severlerin baskın çoğunluğunun kulağının üstüne yattığı günlerden geçiyoruz. Acil görev “yazıldığında” ise sahaya çıkmadan edemiyorlar. NATO’nun ileri karakolu İsrail’in medeniliğinden dem vurmak veya ABD’yi, Batı Avrupa demokrasisini övmek bazen ertelenemez bir iş olabiliyor. En fazla “yenilmezlik” vurgusu yaparak övgülerine tehdit dozu katıyorlar!

Bu bir yana, Türk sağına bakarsanız, Erdoğan’ın “bölücü terörün”, “darbeci terör örgütünün”, katliamcı İsrail’in arkasında olduğunu ikide bir açıkça dile getirdiği, olmadı, ima ettiği bir NATO söylemine denk geliyorsunuz. Sağcılar diyor ki, “NATO’ya güvenmiyoruz.” 

Kuşkusuz sağda, AKP’nin tepesinde hiç de pazarlıkçı falan olmayan, düz Atlantikçiler az değil. Onlar da bu söylemin basıncı altında ağızlarından çıkanı kontrol etmek durumundalar.

Hal böyle olunca, düzen solu açısından da NATO’ya sahip çıkmanın uygun momentini kollamak zorunlu oluyor. NATO’culuk ulu orta sergilenemiyor. Ne zaman AKP pazarlıkçılıkta dümeni Batı karşıtlığına fazla kırsa, CHP’deki NATO sözcülerine alan açılıyor, gün doğuyor. Kartlarını açıyorlar. Bir süre sonra görünmez olmak üzere…

Kürt siyasetinin emperyalizm sözcüğünü ağzına aldığı örnekler çok daha az. Ortadoğu’da biri Irak’ta diğeri Suriye’de iki Kürt özerk yapısı varsa, her ikisi de varlığını ABD şemsiyesine borçlu. Ama kısıt aynı kısıt. Türkiye’de NATO’yu alenen, ilkesel olarak, memleketin yararına olduğunu göğsünü gere gere savunacak kimsecikler yok gibi!

Bu yeni bir durumdur. Egemen güçler İkinci Dünya Savaşının ardından Soğuk Savaş’ta Türkiye’yi iddialı bir biçimde cepheye sürmüşlerdi. Osmanlı’dan miras Rusya fobisiyle iç içe sokulan bir komünizm tehlikesine gönderme yapılıyordu. Bu bir güvenlik doktriniydi. Bir de, yine tarihsel derinliği olan Batıcılığa dayanıyorlardı. Zenginleşme, kalkınma, modernleşme Batıdaydı bu teze göre... Menderes’lerin NATO’culuğu son derece pervasız olabildi.

İşbirlikçi ideolojinin çıktığı bu taht 1960’larda sarsıldıysa da, egemenlerin yanıtı çok sert oldu. Büyük mücadelelerin sonunda 12 Eylül 1980 itibariyle kaybettiğimizi kabul etmek durumundayız. Darbe sonrası Evren ve Özal dönemleri Amerikancılığın, NATO’culuğun ikinci baharıdır. 

Kabaca AKP öncesi Türkiye’de baskın ideolojik, politik eğilim NATO’yu olumlar nitelikteydi. Oysa topluma içkin başka bir şey daha vardı. Topraklarımızda “mazlumluğun tarihsel-toplumsal hafızası” hafife alınamaz bir gerçeklik olagelmiştir. 

NATO’culuğun ayıp hale gelmesi, Sovyet sonrası dönemde temel varlık gerekçesini yitirmesiyle ve başta Ortadoğu’da, sözü edilenin, bir uluslararası terör ve savaş örgütü olduğunun çıplaklaşmasıyla ilintilidir. NATO’nun haksızlığı az önce yazdığım hafızayı geri çağırdı. 

Zamanında emperyalist ligine girmeye çabalayan Osmanlı’nın ve şimdi dünyanın sayılı ekonomilerinden biri haline gelen, onlarca ülkeye askerini yerleştiren, duble yol ve inşaat şampiyonluğuyla sabah akşam övünen AKP Türkiye’sinin ne kadar ve ne anlamda mazlum sayılabileceği başka bir tartışmanın konusu. Halkımız, Batı’yı ve onun sıkılı pazılarını, kanlı ellerini temsil eden NATO’yu algılarken, kendisini mazlum onları saldırgan rolüne yerleştiriyor. 
Sınıf mücadeleleri boyunca bu algı bir hegemonya kavgasına sahne olmuştur. Geçmişte uğraştık ve kazanamadık. Batıcı hegemonya tarihsel hafızayı baskıladı. 

Bugün de bizim kazanmış olduğumuzu söyleyemeyiz. Ama karşı tarafta bir çöküş var. 

ABD’de seçim kaybedince taraftarlarına Kongre binasını bastırtan biri Başkan seçiliyor. NATO’nun da başında sayabiliriz! Nesine öyküneceğiz? Güçlülükleri ise titrek bir zemine basıyor…

NATO’nun Rusya’ya doğru genişleme tutkusunu Türkiye kamuoyuna anlatmak ve onaylatmak olanaksız. Komünizmin bir tehlike olduğu konusundaki geçmiş yanılgıyla bir yüzleşme yaşamakta olan, “aslında haklıymışlar” noktasına gelen bir toplumda Rusofobi’nin canlanması Osmanlıcı ve Turancı meczuplara özgü olabilir yalnızca. 

Üstelik yönetenler, terörden, beka sorununun kaynağından, yoksulluğumuzdan her söz açtıklarında, -doğru mu yanlış mı, samimi mi demagojik mi bakmayın- hep NATO üyesi devletleri işaret ediyorlar!

Özetle arkasında çok katmanlı krizlerin bulunduğu bir çöküşten söz edebiliyoruz. NATO’nun “kötülük dünyasına” ait olduğu yaygın bir kanıdır. 

Henüz büyük bir kazanımımız olmadığı doğrudur, ama kazanmak için bundan daha elverişli bir zemin olabilir mi? Kimsenin açıktan sahiplenmediği NATO üyeliğinin tartışmaya açılmasında, her durumda NATO’cular kaybedecektir. 

Açıktan sahiplenilemeyen bir konumlanış olsa olsa “çaresizlik” olarak aklanabilir. Bugün NATO gündemini güncel bulmayan, üyeliğin sona ermesi talebini zamansız sayan kesimlere rastlayabiliyoruz. “Çıkamayız ki…” “Çıkartmazlar ki…” Hatta “çıkarsak dımdızlak ortada kalırız, bizi mahvederler!” 

Neredeyse “Türkiye’nin NATO’dan çıkmasının, Türkiye’yi mahvetmek isteyen NATO’ya fırsat sunmak anlamına geleceği, mahvolmamak için mahvedicinin yanından ayrılmamak gerektiğini içeren” bir tez gizleniyor burada. Bu tezin dayak yememek için rakibine sarılmanın gerekebildiği boks dışında bir geçerliliği olamaz. Ama daha önemlisi, bu tez, Türkiye’nin dünyada tuttuğu yeri, sahip olduğu ekonomik, coğrafi, stratejik, askeri alanı, hele hele toplumda bağımsızlıkçılığın, yurtseverlik onurunun derinliğini hiç mi hiç okuyamayanlara özgüdür. 

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi yüzlerce aydının imzasıyla “NATO’dan çıkalım” diyor. Bu sadece ilkelerimizin gereği değil, aynı zamanda gerçekçi, gerçekleşebilir bir taleptir de…