Fransa’nın üzerinde bir değil iki hayalet dolaşıyor. Robespierre’in ve onun kaçınılmaz takipçisi olan Marx’ın hayaleti.

Fransa’nın üstündeki iki hayalet

Cuma akşamı Stade de France’da bir futbol maçı oynandı. Fransa Avrupa Kupası karşılaşmasında Hollanda’yı 4-0 gibi açık bir farkla yenilgiye uğrattı. Stadyumu dolduran on binlerce Fransız vardı. Milyonlarca Fransız ise evlerinde ekran başına geçtiler. Bir Fransız ise maçı “sarayında” seyretti. İstediğinden değil, sokağa çıkmaya korktuğundan. Halkından korkup sarayına sinen adamın kim olduğunu tahmin etmişsinizdir. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron. 

Oysa dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi futbol maçları siyasetçilerin kaçırmak istemediği bir gösteri fırsatıdır. Hele de Fransa gibi futbolda iddialı ve genelde kazanan bir ulusal takımınız varsa. Macron sırf bu yüzden Katar’da, hayatları hiçe sayılarak kölelik koşullarında çalıştırılan göçmen emekçilerin inşa ettikleri stadyumlarda düzenlenen Dünya Kupası’nda da boy göstermiş, bu uğurda Fransa’daki insan hakları savunucularının eleştirilerini de kolaylıkla kulak arkası edebilmişti. Fransa’nın finalde Messi’nin Arjantini’ne boyun eğdiği o kupadan anımsadığım görüntülerden biri de ulusal takımın yıldız futbolcusu Mbappe’nin bir holigan misali sahaya dalan ve sözde kendisini teselli etmeye çalışan Macron’a attığı “ne ayaksın sen yahu!” bakışıydı.

İşte o Macron Cuma akşamı sarayından birkaç kilometre uzaktaki Stade de France’a gitmeye cesaret edemedi. Haklı da çıktı zira Fransızlar karşılaşmanın 49. dakikasının 3. saniyesinde ayağa kalkıp hep bir ağızdan kocaman bir “yuh” çektiler ve halkın değil sermayenin çıkarlarını öne koyan Cumhurbaşkanını istifaya çağırdılar.  

Hikâyeyi başa saralım. Macron kendisini o koltuğa oturtan sermayeye 2017 yılında seçim kampanyasına başlarken verdiği sözü tuttu ve emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkartan yasal düzenlemeyi geçirdi. Üstelik bunu, çoğunluğa sahip olmadığı Ulusal Meclis’ten geçiremeyeceğini bildiği için, Anayasa’nın 49/3. maddesine dayanarak, daha açık bir deyişle Ulusal Meclis’i devre dışı bırakarak yaptı. Muhalefetin buna karşı kullanabileceği tek silah gensoru vermekti. Denediler ancak benim beklediğim gibi sermaye partisi unvanını başkasına kaptırmak istemeyen sözde muhalefetteki Cumhuriyetçilerin (LR) çoğunluğu oylamaya katılmayarak Macron’a destek verince başarılı olamadılar. 287 milletvekilinin oyunu alması gereken gensoru önergesi 278 oyda kaldı.

Fransa emekçileri aylardır bu düzenlemeye karşı sokakları dolduruyorlardı. Başka zamanlarda bölünmüş olan sendika konfederasyonları ve sol partiler bu kez birleşebildikleri için çok etkili grevler ve protesto gösterileri düzenlediler. Büyük meydanlara giyotin maketleri yerleştirdiler, 1789’un halk şarkılarını söylediler ve Cumhuriyet düzeninde hükümdar olmaya özenen Macron’a Büyük Fransız Devrimi’ni, devrimin kellesini uçurduğu hain ve işbirlikçi Kral XVI. Louis’yi anımsattılar.  Kral, devrimi boğmak için komşu monarşilerle iş tutmaya kalkmıştı, Macron sermaye gücüyle halkın ekmeğini çalma gayretindeydi.

Olayların korkuttuğu tek “monark” Macron değildi. Birleşik Krallık’ta tahta geçen III. Charles, adet olduğu üzere ilk dış ziyaretini Fransa’ya yapacaktı. Macron ya da onun sersem danışmanları Kral onuruna verilecek resmi yemek için Versailles Sarayı’nı belirlemişlerdi. Yararsız ve gövdesiz kellesi Fransız halkının ayaklarına yuvarlanan XVI. Louis’nin sarayını. Önce yemeğin Cumhurbaşkanlığı Sarayı niteliğindeki ve gerçekten de bizim Çankaya Köşkü’nden büyüklük olarak pek farkı olmayan Élysée’ye alınması tartışıldı, sonra ziyaretin ertelendiği duyuruldu. Yazgıya bakın ki, I. Charles’ı İngiliz halkı idam etmişti, onun oğlu olan II. Charles uzun yıllar Fransız Sarayı’nda sığıntı olarak yaşamıştı, III. Charles’ın ilk dış ziyareti ise Fransa halkının haklı öfkesinin duvarına çarpmış oldu.  

Direniş sona ermiş değil. Protestolar bir yandan sürerken, muhalefet Anayasa Konseyi’ne de iptal için başvuru yaptı. Oradan ne çıkar bilinmez ama Konsey’in sermaye aleyhine karar vermesi sürpriz olacaktır. Değişmez bir gerçekliktir: Emekçilerin kaderini yine emekçiler belirleyecek, direniş devam ettikçe, şalterler indirildikçe sermaye gerileyecektir.

Sol muhalefet önemli bir şey daha yaptı. “Aman sokağa düşmeyelim iktidara yarar” demedi. İktidar gösterileri bastırmak için her türlü aracı kullandı. Şiddetin dozu sürekli arttı ama Fransa’nın emekçileri her seferinde sokağa daha kalabalık gruplarla indiler. Fransa’yı bilenlerin aşina olduğu bir olgudur ama bir kez daha vurgulamak isterim. Fransa’daki toplumsal değişimlerde tarih boyunca Paris kilit oldu. Devrimler, darbeler orada yaşandı. Türkiye’nin üçte ikisi büyüklüğündeki ülkeye ya çok sonra yayıldı ya da Paris’le sınırlı kaldı. Ancak bu kez Paris halkı yalnız görünmüyor. Emeğin mücadelesi Fransa’nın büyük, orta ölçekli, hatta en küçük kentlerinde bile aynı şiddetle veriliyor.

Gösteriler sırasında Fransız polisi gaddarca müdahalelerde bulundu. Özellikle de Paris’in eski emniyet müdürü Lallement  zamanında oluşturulan özel bir motorsikletli tim genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk demeden saldırdı. Polislerden oluşan sözde gösterici grupları yağma ve talan görüntüleri verdiler. Kimi görüntülerde ise jandarmaya bağlı kolluk güçlerinin aşırı sağın ve iktidarın aracına dönüşmüş polisler ile halkın arasına girdiklerine tanık olduk.

Fransızlar’ın direnişi dünyada ilgiyle izlendi. Anglo-sakson medya tekelleri genel olarak baştan sona  yanlış yorumlarıyla öne çıktılar. Yaralanan polislerin ve gözaltına alınan göstericilerin sayısı sıkça tekrarlanırken yaralanan göstericilere ilişkin veriler gizlendi. Oysa birçok gösterici tıpkı Gezi’de olduğu gibi gözünü kaybetti. Bir öğretmenin başparmağı polis tarafından kopartıldı. Gösteriye katılmayan veya gösteriden dönen emekçilere keyfi para cezaları kesildi. Grevdeki tesislere el konularak işçiler çalışmaya zorlandı. 

Yıllardır takip ettiğim ve Fransa’yı (ve bu arada Türkiye’yi de) iyi tanıdığını düşündüğüm ABD’li kimi sözde solcu liberallerin -bu noktada kibar davranamayacağım için özür dilerim- salakça değerlendirmelerine de denk geldim. Örneğin C. Berlinski, bütün alicenaplığıyla, Fransızların protestolarını bir yere kadar anlayışla karşılıyordu ama “16 yaşındaki lise öğrencilerinin 40-50 yıl sonra yaşayacakları bir şeye karşı durmak için neden sokakları doldurduğunu” anlayamıyordu. Dünyaya dair bilgi seviyesi Avrupa’da ilkokulu aşmaya yetmeyecek bir başka ABD’li gazeteci ise gösterilere katılan Komünistlerin Marx ve Lenin’le birlikte Robespierre’in resmini de taşıdıklarını şaşkınlık ve dehşetle aktarıyordu. Robespierre “giyotinle kafa kesen bir caniydi” ve nasıl savunulabilirdi?

Berlinski ve benzerlerinin anlamadıkları ya da gizlemeye çalıştıkları gerçek neydi peki? Dünyaya hâkim medya tekelleri Fransız emekçilerinin direnişini neden “ay bu Fransızlar da her şeye itiraz ediyorlar” basitliğiyle yansıtmak için çaba gösteriyorlardı? 

Sermaye azgınlığının odağı ABD veya onun uzantısı olan Türkiye’den bakıldığında hâlâ gelişkin bir demokratik ve sosyal devlete sahipmiş gibi gözüken Fransa’da kazın ayağı hiç de öyle değil uzun zamandır. Vergi sistemi zenginleri kayırırken, sosyal harcamalar sürekli geriliyor. Kamusal eğitim kaynak yoksulu hale geldi. Emeklilik yaşının 64’e çıkartılmasına gerekçe olarak sunulan Sosyal Güvenlik sistemindeki açıkların büyümesinin asıl sorumlusu ise sermayeye sağlanan kolaylık, teşvik ve destekler.  Dünyanın en büyük altıncı ekonomisine sahip Fransa’da on binlerce üniversite öğrencisi akşamlarını ucuz yemek kuyruklarında tüketiyor. Son dönemde emekli olanların çoğu ay sonunu getirmekte zorlanıyor. Burjuvazinin ticarethane mantığıyla yaklaştığı sağlık sistemi çöküşün eşiğinde. Buradan bakıldığında cennet gibi görünen Fransa’nın gerçek yüzü bu.

İşte Nantes’da, Rennes’de, Marsilya’da, Lyon’da sokağa çıkan 16 yaşındaki çocuk bu soygun ve sömürü düzeni bugün durdurulmazsa birkaç yılda bir emeklilik yaşının daha da yükseltileceğini, sermayenin kâr hırsının beli bugün kırılmazsa bir gün emeklilik diye bir hakkın da kalmayacağını biliyor. 16 ya da 46 yaşındaki Fransız, 200 yıllık emek ve aydınlanma mücadelesinin kazanımlarının sermaye için bir an önce ortadan kaldırılması gereken ilave bir maliyet unsurundan ibaret olduğunun farkında. Bu yüzden direniyor, yaralanıyor, ölüyor.

Sonunda kazanamayabilirler belki ama mücadele ediyorlar. En azından Kapitalizmin bir sonraki saldırısını planlarken neleri göze alması gerekeceğini hatırlatıyorlar. Macron maça gidemiyor, pahalı kol saatini gizlemek zorunda kalıyor, III. Charles Manş’ı geçemiyor. 

Demiryolu işçisi Fadel, öğretmen Jean-Pierre, market kasiyeri Carole ve tiyatro emekçisi Anne-Marie salt Fransız halkı iyi yaşasın diye değil, çöp yandı, bankanın camı kırıldı diye sızlanan sözde demokratlara, halkın sokağa çıkmasından ürkenlere aldırmadan, sermayenin kölelerine dönüştürülmüş milyonlarca  dünyalı için de mücadele ediyorlar.

Fransa’nın üzerinde bir değil iki hayalet dolaşıyor. Robespierre’in ve onun kaçınılmaz takipçisi olan Marx’ın hayaleti.

Önemli not: Bu yazıyı kaleme alırken Fransa’nın en saygın öğretim kurumlarından birinde görev yapan Pınar Kılavuz’un akademisyen titizliği ve sol duyusuyla çeşitli mecralardan aktardığı gözlem ve değerlendirmelerinden çok yararlandım. Kendisine teşekkür ediyorum.