Devrim temelde bir yöntemdir: Bu düzenin ürettiği sorunlar sistemin dönüşümü sağlanmadan, eski yıkılıp yeni kurulmadan çözülmez. 

Doğru-yanlış cetveline nasıl başlamalı?

Türkiye solunda en yaygın ön kabul, demokrasi mücadelesinin devrimciliği, sosyalizmi ve komünizmi içerdiğidir. Yani eğer devrimcilik-sosyalistlik-komünistlik üçlüsüne kısaca “devrim kümesi” dersek, bunlar demokrasinin içinde, onun parçası sayılmaktadır. Özetle “hepimiz önce demokratız” denilmiş olmaktadır. Bu durumda Devrim kümesinin içindeki bütün unsurlar Demokrasi kümesi tarafından bir anlamda üst belirlenirler. Evet devrimciyiz, komünistiz; ama bunlardan önce, bunlardan üstün olarak demokratız! 

Bu yaklaşım cetvelimizin yanlış sütununa konmalıdır. Çok basit bir nedenle ki, Marksizm “her şey sınıfsal” diye söze başlamakta ve nerede demokrasi lafı duyulsa kullananlar “hangi sınıf için?” sorusundan sınava sokulmaktadır. 

Kuşkusuz her şey birbiriyle ilintilidir ve ilintililik iç içe girmek, birbirine bulaşmak anlamına da gelir. Demokrasi en bulaşık kategoridir belki de… Hangi sınıf için demokrasi diye soranların güdeceği siyaset, sınıfsallıkları örten, türdeş olmayan, sonuç olarak yanılsamalı demokrasi alanına ayrıştırıcı bir müdahale olmalıdır. Bu müdahale kim demokrat kim değil diye trafik polisliği yapmakla olmaz. Devrim düzenle, emek sermayeyle kavgaya tutuşmuştur ve devrimle emeğin demokrasisi kendini mücadele içinde inşa ederken düzene, sermayeye, egemenlere ait olan demokrasiyi imha etmeye çalışmaktadır. Bu, uzlaşmaz bir çelişkidir. Örnek olsun, kapitalizmin asla kabul edemeyeceği çalışma hakkı bizim için demokrasinin temelidir. Veya kapitalizmin asla vazgeçemeyeceği üretim araçlarının özel mülkiyetini, biz demokrasinin inkârı sayarız…

Elbette düşünsel berraklık her zaman her yerde pratikle bire bir örtüşmez. Sınıfsallık dedik, ama emperyalist işgal veya faşizm, sınıfsallığı çoğu zaman perdenin gerisine itmiştir. Mülk sahibi sınıfların emekçiler karşısındaki birliği dağılabilir, farklı sınıf siyasetleri bağımsızlıkçı veya antifaşist “cephelerde” buluşabilir. Ancak sınıf özünün bulanıklaşmasının ciddi bir maliyet yaratmadığı da görülmemiştir! 

Gelecekte ödenecek maliyete işaret edip güncel siyasetin dışına düşülmesi söz konusu olamaz. Ama güncelliğin gereklerinden tek biçimli bir strateji çıkmak zorunda da değildir. Burjuva demokratlarının, bağımsızlık mücadelelerini de demokrasi cephelerini de soldan kaçırıp kendi nüfuzlarına geçirmeye çalışmaları kuraldır. Bizim kuralımızsa sürecin yönünü sosyalist devrime çevirmek olmalıdır. 

Türkiye solunun tarihi demokratlık başlığında hata üstüne hatayla dolu. Gerilere gidelim; İkinci Dünya Savaşının bitiminde dünya çapındaki ortamın Türkiye’ye demokratlarla komünistlerin yan yana gelmesiyle taşınabileceğine dayanan strateji, az buz değil, çok büyük hatadır. Konjonktür işçi sınıfının örgütlenmesine, ilerici aydın birikiminin toplumsal mevziler kazanmasına, ülkenin Batı emperyalizmiyle mesafelenmesine elverişli olduğu gibi, Partinin açık alana çıkışını zorlamak bile gündeme gelebilirdi. Ama buradan, CHP’den kopan toprak sahipleri ve liberallerle birlikte iş görmek çıkamazdı. Nitekim, çıka çıka CHP iktidarıyla başlayıp DP döneminde azgınca süren bir komünist tasfiyesi çıktı!

Takvimler 1970’lere döndüğünde Türkiye’de işçi sınıfı hareketi yükseliyordu, bir köylü hareketinden söz etmek bile mümkün hale gelmişti. Devrimciliğin itibarı yüksekti. Düzenin yıpranmışlığı egemenlik mekanizmalarındaki dağılmanın giderilememesinde somutlanıyordu. Tartışmasız, akademi sola dönüktü. Yargı gelmiş geçmiş en demokratik anayasaya sahip çıkıyordu. Ve Ordu içinde de sağcılığı Cumhuriyet’e ihanet sayan, yurtsever, laik, solcu hatta komünist unsurlar az değildi. Bir devrimci strateji bu unsurları dikkate almaksızın kurulamaz. Kaldı ki, devrimin düzene karşı galebe çalmasının koşulu, ikincinin bölünmesidir. Ama yirmi yıla yakın süre NATO tezgâhından geçmiş, emperyalist sistem içinde ciddi misyonlar yüklenmiş ve sermayeyle ilişkisi konsolide edilmekte olan bir aygıttan ileri darbe beklemek, Türkiye’yi Üçüncü Dünya’da rastlanan kurumsal köksüzlükle, amiyane tabirle muz cumhuriyetleriyle karıştırmak olurdu… Oldu da!

Kendini önce demokrat sayıp, ona buna demokratlık atfetmek, olmadı devrime kazanılacak burjuva aramaya çıkmak… Bu tutumu benimseyenleri hafife almıyorum. Tersine yanılgılarının ciddi bir stratejiden kaynaklandığını düşünüyorum. Demokrasi solun tarihinde yaygın bir strateji olmuş, Türkiye’nin yapısı bir demokratik devrime hiç uygun olmadığı için sonuç olarak devrimciler demokratlaşmıştır…

Dediğim gibi bu yaygın bir yanılgıdır, dolayısıyla versiyonları çoktur. Aybar seçim mekanizmasına, Belli veya Kıvılcımlı ordunun ilericiliğine, sonraları neredeyse herkes Ecevit CHP’sine angaje olmadılarsa da hayırhah bakmışlardır. En devrimci yöntemleri benimseyen hareketler, 1970’lerde faşizme karşı demokrasi istemenin ötesine geçmemişlerdir. Faşizm 12 Eylül’le geldikten sonra da çıkış kapısında hep demokrasi diye bir tabela olması gerektiğine inanılmıştır. Bu yolda kopup gidenler cuntada solcu paşa aramaya doymayıp Özal’la diyalog kurmuş, sonra Demirel’e dergi sayfalarını açmışlardır.

Doğru-yanlış cetvelimizi oluşturmak için buraya kadar söylenenler bir kalkış noktası oluşturuyor. Bana sorarsanız, Türkiye solu sosyalist iktidar perspektifine sahip olmamaktan mustariptir. 

Bugünlük iki vurguyla köşe yazısını kapatalım. Birincisi, iktidar perspektifi, devrimin içinde bulunulan an veya dönem için gerçekçi olup olmadığıyla çok sık karıştırılır. Oysa Marksizm devrimi devrimci dönemlerde hatırlayıp, devrimci olmayan dönemlerde unutmayı vaaz etmez. Devrim temelde bir yöntemdir: Bu düzenin ürettiği sorunlar sistemin dönüşümü sağlanmadan, eski yıkılıp yeni kurulmadan çözülmez. 

Bir de, davranışı perspektif belirler. İktidar perspektifinden yoksunluk, belki en acı deneyim olarak, 12 Eylül generallerinin iki beklentisinin boşa çıkarılmasıyla somutlandı: Cunta dönemin TKP’sinin yönlendirmesinden endişe ettiği DİSK’ten işçi sınıfı direnişi, başta Devrimci Yol hareketi olmak üzere solun diğer kesimlerinden de silahlı direniş beklemişti. Bunlar yapılamadı değil, yapılmadı! 

Yapılsaydı faşizm yenilmezdi büyük olasılıkla, ama Türkiye halkı bir başka olurdu, ülkenin kaderi farklı şekillenirdi.

Son nokta da şu: demokrasiyle, NATO’ya mesafe koymakla yetinmek, aynı zamanda Türkiye’ye ilişkin geleneksel Sovyet stratejisidir. Ancak buradan hareketle başta komünistler olmak üzere solun Moskova tarafından belirlendiği sonucuna varmak, eğer sağın iftiralarına teslim olmak değilse troçkist bir yanılgı olacaktır. Komünizm uluslararası bir harekettir, ama ne enternasyonalizm her ülkenin koşullarının özgün gerekleri olduğunu anlamazdan gelmektir, ne de düşülen yanlışların faturasını 1917’den itibaren 70 yıl boyunca haklı bir ağırlığa sahip olan Sovyet komünistlerine kesmek akıl kârıdır. Bugün de Sovyetler yok, ama dincilerin demokratlığına dua edilen yıllardan sonra sosyal-demokrasiyle Kürt milliyetçiliği arasında salınan solcular az değil…