Benden Selam Söyle Anadolu’ya yersiz-yurtsuzluğa meze edilemez. Tersine bir kök salma çağrısıdır. Çağrıdan fazlası, kök salmanın ve geleceğe uzanmanın biricik yolunu anlatır.
Türlü saçmalığının yanı sıra kadın cinayetlerinin çoğaldığına da inanmayan Sevan Nişanyan’ı soL portalda anmak istemezdim; ama o da Dido Sotiriyu’nun adını kalemine dolamasaydı…
Olay 30 Ağustos’ta Şirince’de geçiyor. Sevan Beyin soyadını tabelasında taşımaya devam eden otelin sosyal medya hesabından paylaşılan görüntülerden anlaşılıyor ki, köyün meydanında çalınan İstiklal Marşı kahvaltı saatine denk geliyor ve sonuçta hep birlikte saygı duruşuna geçiliyor. Personel, müşteriler…
Altında 30 Ağustos’a saygı gösterilen ağaçları “kendi eliyle dikmiş olması” ile taçlanan bu manzara, zaten sıra dışı tepkileri ortalığa dökmesiyle tanınan beyimizi çileden çıkartmaya yetmiş. Müşterilerin bir kısmının Nişanyan’ın tabiriyle “terörize” edilip edilmediğini, yani kimin samimi biçimde 30 Ağustos’a sahip çıkıp kimin görüntüyü kurtarmak zorunda kaldığını bilemiyoruz. Aralarında yabancı turist varsa ne olup bittiğini anlamayan kesin vardır.
Bizim anladığımız, Nişanyan’ın bayram diye “yüz binlerce masum Rum’un katlinin ve sürgününün kutlandığını, memleketin en zorba ve sahte sınıfını onore etmeyi amaçlayan bir şov sergilendiğini” düşündüğüdür. Sosyal medyada tam olarak bunları yazdı.
Geçenlerde bu köşede değindiğim, solu istila eden “yersiz-yurtsuzluk” salgınının öfkeli bir dışavurumuyla karşı karşıyayız. Bahsi geçen tezi, gerçek yaklaşımlarını ara sıra ağızlarından kaçıran şeriatçılar ve Yunan ordusu Anadolu’da kamp kurduğunda memleketin çeşitli yörelerini işgal etmiş bulunan emperyalistler paylaşıyor:
“Bağımsızlığı hak etmeyen bir kötülük diyarı olan Türkiye gayrimeşrudur.” Türk milliyetçiliğine gösterilen tepki Türk düşmanı bir şovenizme dönüşüyor.
Elbette ülkemizde bu meczup iddiayı desteklercesine neredeyse durmaksızın bir şeyler yaşanıyor; kötülükler üstümüze boca edilip duruyor. Narin’in sadece sekiz yıl süren öyküsünde olduğu gibi!
Ama yaşanan karanlığı, yersiz-yurtsuzluk duygusunu meşru kılan gerekçe olarak kabul edersek, bu ülkenin kanlı aşiretlere, kopkoyu tarikatlara ait olduğunu kabullenmiş olmaz mıyız? Kötülüğe duyulan öfke, kötülüğün hak edilmiş bir kader olduğunu söylemeye varmıyor mu?
* * *
Ama şimdilik benim önemsediğim nokta, söz konusu sosyal medya mesajına Anadolulu bir büyük yazarın karıştırılmış olması.
Nişanyan’ın eşinin “Dido Sotiriyu adına utandım. Bari fotoğrafını ters döndürseydiniz” yorumundan, kahvaltı yapılan alanda Şirinceli büyük yazarın bir resminin asılı olduğunu da anlamış bulunuyoruz.
O halde söylemeliyim: 30 Ağustos’un kutlanışını Sotiriyu’nun görmemesi gerektiği, uyduruk mu uyduruk bir sosyal medya aforizmasıdır.
Benden Selam Söyle Anadolu’ya yersiz-yurtsuzluğa meze edilemez. Tersine bir kök salma çağrısıdır. Çağrıdan fazlası, kök salmanın ve geleceğe uzanmanın biricik yolunu anlatır.
Derin, katlanılması zor acıların topraklarındayız. Romanın ışık tuttuğu Amele taburları, hiç kuşkusuz Osmanlı’nın, son nefesinde yurttaşlarının bir bölümünü düşmanın uzantısı ilan etme çıkışsızlığıdır. Şaşırtıcı olmayan, amele taburları düzenlenirken, gayrimüslim “askerlerin” bulundukları yerlerde büyük çiftlik sahipleri tarafından işlenmeyen toprakları ekip dikmekle mükellef sayılmalarının da yazılmasıdır. Gerekçe savaş koşullarında boy gösteren açlık olsa da, toprağın “sahipleri” vardır. Oysa gayrimüslimler en azından 1908’den itibaren yurttaştı.
Sömürü düzeni varsa bazıları başkalarından daha yurttaş oluyor! Zira burjuva ulus devletlerin tarihsel kuralı eşitlik değil milliyetçiliktir. Milliyetçilik ise nüfusun belirli bir kesiminin diğerlerine göre ayrıcalıklı olmasına dayanır.
Haliyle kimse kimseye ayrıcalık hediye etmez. Tarihte milliyetçilik yeni ve modern bir birlik kurar, ama bunu yaparken acımasız bir bölücülüğün icra edilmesini de içerir. Önemli bir istisnası olduğunu hiç zannetmediğim bu olgunun alternatifi, modernleşmenin hiç yaşanmaması olabilir mi? Feodal egemenlik alanlarına bölünmüş bir ülkenin daha az acılı olduğu, saltanat özlemcilerinin uydurması. Modernitenin öncesinde bir asrısaadet bulamayız. Ulusallığı önceleyen dinsel ayrımcılık modern kıyıcıları asla aratmamıştır.
Peki, biz ne yapacağız? Amele taburlarının acısıyla Müslüman Anadolu köylüsünün ezikliğini veya laik, anayasacı belki cumhuriyetçi İstanbul veya Ankara aydınının utancını mı yarıştıracağız?
Dido Sotiriyu Yunanca, yani bizim ülkemizin kadim dillerinden birinde bir tarihsel selam yollar. İlk ve orijinal başlığı Kanlı Toprak’tır mesajın. Başka dillere “Elveda”, Türkçeye “Selam Söyle” diye çevrilir. Sotiriyu’nun 1962 tarihli, gözyaşlarıyla ısıtılmış selamını boşa düşürmek, buradan Türkiye düşmanlığı türetmek cahil gerici ve liberallerin haddi değildir.
* * *
Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Manolis Aksiyotis’in kurgulanmış-gerçek yaşam öyküsü. Manolis bir hain değil, Batı Anadolu’nun emekçi köylüsü. Amele taburlarından, yani Müslüman olmayanların zorla çalıştırılması anlamına gelen uygulamadan nasıl firar etmezsiniz? Peki, firardan sonra Yunan işgal ordusundan başka gidecek bir adresiniz nasıl olabilir?
Dido gerçekten bu isimde biriyle tanışmış, onun anılarını kalkış noktası yapmış anlatımına. Biliyoruz ki Manolis’ler kadar Ahmet’ler Mehmet’ler de benzer hayatları paylaşıyordu. Onlar da büyük toprak sahibinin yararına aç yatıyorlardı geceleri. Bir şansları olabilirdi; yurttaş yani eşit olmanın yolu onlar için Milli Mücadele’ye katılmaktı. Yazar roman kahramanına söyletir bunu: “Kemal’in direnme hareketi, Türkler’e yepyeni bir yürek” vermişti.1 Anadolu Rumlarının anavatanından, yani Yunanistan’dan gelenlerse çirkin bir savaş yürütmektedirler… Manolis düşmanımız olabilir mi hiç?
Bir de Adviye’ler vardır. Manolis’in abayı yaktığı Türk kızı gibi. Veya herhangi bir Mustafa’nın âşık olmaktan geri duramayacağı herhangi Eleni’ler gibi!
Dido, doğduğu soyadıyla Pappa, başka birçokları gibi anavatan saydığı Yunanistan’da mülteci olacaktır. Küçük Asya’da paylarına kurtuluş değil felaket düşen Rumların kaçmaktan başka çıkışları olamazdı. Yunanistan’da ise dillerine dinlerine değil sınıflarına bakılacaktı. İkinci felaketi, emekçi kalabalıklarının en hor görülen kesimini oluşturarak yaşadılar.
Yazarımız şanslıydı yine de. Okudu, gazeteci ve yazar oldu. Devamında işini şansa bırakmadığı, yaşamını kendi elleriyle kurduğu kesindir. İkinci Dünya Savaşında komünist bir direnişçidir. Yunanistan Komünist Partisi’nin yayın organı Rizospastis’in yayın yönetmenidir. Uluslararası Demokratik Kadın Federasyonu’nun kurucuları arasındadır. Partide kalmamıştır ama komünistliği bize bir edebi tarih kazandırmıştır…
Sotiriyu’dan, 30 Ağustos’un katliam ve sürgünden ibaret olduğunu öğrenmek iflah olmaz, düzeltilemez bir okumuş cehaletidir. Bizim de “büyük yazarımız” saymamız gereken Dido’nun kitabında sınıflar var, Alman emperyalistleri var, büyük öykülerin ayakları altında ezilen küçük emekçiler var, halkları birbirine kırdıranlara okunan lanet var.
Benden Selam Söyle Anadolu’ya sosyalist Türkiye’mizin müfredatında yerini hiç kuşkusuz alacak. Devrimin resmi tarihi yazılır, ama yetmez. Sosyal tarih gerek, edebi tarih gerek. Sosyalist Türkiye’de kutlamaya tereddütsüz devam edeceğimiz Kurtuluş Zaferimiz ve Cumhuriyet Devrimimiz ancak böyle, eşitlik ve özgürlük yürüyüşünün bugüne kadar olamadığı kadar güçlü ayakları haline gelebilir. Nâzım’ın Kuvayı Milliye Destanı ile Dido’nun Selam’ı birbirini çelmez, tamamlar.
* * *
Türkçede 1970’de yayınlanan kitap elbette çarpıcı olmuştu. Türk ulusunun kuruluş anlatısının başkalarının felaketi olduğu sert bir gerçektir. Yaşama içkin olan bu diyalektik çelişkiyi ve birliği kavramak, anlamak, anlatmak zor değil, imkânsızdır!
Çelişki bize değil hayata dair. “Biz” ise netiz: Türkiye emperyalizme ve işgale karşı savaşla kurulmuş, meşruiyetini buradan almıştır. Yeni bir kurtuluş anlatısına ihtiyacımız var ve bu anlatı topraklarımızdan selamlarını eksik etmeyenleri de içermeli.
Manolis’in Amele taburundan işgal ordusu neferliğine, İzmir’de limana dökülüşten Yunanistan’da mülteciliğe uzanan zorunlu yolculuğunun bir çıkışı vardır ama. Kurmaca değil gerçek olan, yaşanan o yoldan Dido da geçmiştir. Tarihin diyalektiğinin karşı karşıya getirdiği insanlar başka bir mücadeleyle bu karşıtlığı aşabilirler pekâlâ. Onların yeni yaşamında, yeni ülkelerinde yol Yunanistan Komünist Partisi’nden, KKE’den geçer.
Nitekim Sotiriyu Türkçede okuyabileceğimiz diğer iki kitabında Anadolu göçmen ve mübadillerinin Yunanistan’daki acılarını, sonra emperyalizme ve gericiliğe karşı Yunan halkının direnişi anlatır. Okur Selam’la yetinmemeli, Ölüler Bekler ve Buyruk’la devam etmelidir…
Buyruk’ta karşımıza Karanfilli Adam çıkacaktır. Komünist direnişin ve KKE’nin kahramanı Nikos Beloyannis’e bu betimlemeyi bir fotoğrafından hareketle Pablo Picasso hediye etmiş, sonra fotoğrafı ve resmi, Nâzım Hikmet aynı adlı şiiriyle ileriye taşımıştır. Parti Merkez Komite üyesi Nikos, bir kaynağa göre Dido’nun eniştesidir de... Adı üstünde Yunanlı bir olgu olan KKE, Küçük Asya Felaketinden kaçanların doğal ve en güçlü adreslerinden biridir. KKE aynı zamanda Türkiye’nin Milli Mücadelesinin destekçisi, Yunan milliyetçiliğinin Anadolu macerasının lanetleyicisidir.
Dido Sotiriyu’nun da Manolis Aksiyotis’in de resimleri asılmalıdır doğdukları ve ayrıldıkları ülkede. Onlar duvarlarımıza sığmayacak kadar çoklar…
Romantizm olsun diye değil, tarihin diyalektik çelişkisini çözmek için yeni bir mücadele tasarımı gerekiyor ya, onun için!
Gomitas Vartabed’siz müzik, Zabel Yesayan’sız edebiyat, Taniel Varujan’sız şiir; onlarsız duvarlar olmasın. Birbirleriyle ve bizimle göz göze gelsinler.
Biliyoruz, her biri sevgili topraklarına, topraklarımıza dayatılan karanlıktan tiksinecek, ama eşitliğin ve aydınlığın, elbette cumhuriyetin ve bağımsızlığın her göz kırpışına selam edeceklerdir.
- 1. “Sadece soygunculuğu düşünür olmuştuk. Türk köylerini talan etmeye koyulmuştu askerler. Ve Kemal haklı olarak, ‘Düşmanın yaptıklarından ben utanç duyuyorum...’ tarzı demeç veriyordu. 1914'lerdeki Türk ordusunu hatırlatıyordu bana içine düştüğümüz durum, yüreğim sızlıyordu… Şimdi Türklerin tarafına geçmişti cesaret ve direnç. Kadınlarıyla çocukları bile sırtlarına erzak ve cephane yüklenip ordularına ve çetecilere yardıma koşuyorlardı.” (Çeviri: Atila Tokatlı, Can yayınları, 15.baskı, İstanbul, Kasım 2013, s.196) Burada sadece savaşma kabiliyetinden söz edildiğini zannetmiyorum