Önceki gün Cumhurbaşkanı Sarayı’nın halk tarafından ele geçirilmesi, Başbakan konutunun ateşe verilmesi, kitlelerin değişim iradesinin somut kanıtı...

Devir, devirme, devrim

Ali İsmail Korkmaz’ın anısına

Ülkenin en değerli ve ikamesi en güç servetinin tahrip edildiği, bir başka deyişle yetişmiş insanlarının art arda öldürüldükleri bir hafta yaşarken benim dikkatimi bir haber çekti sosyal medyada: Maymunlar Taş Devri’ne girmişler. 

Biraz daha araştırınca haberin pek de yeni olmadığını, en azından benim bulabildiğim kadarıyla 2015 yılından beri maymunların Taş Devri’ne girdiklerine dair bir çok haber yayınlandığını gördüm. Demek ki Maymunlar bir süredir Taş Devri’ni yaşıyorlarmış. Ben fark edememişim daha önce. Uzmanlara göre Kapuçin Maymunları 3000 yıldır Taş Devri’nde bulunuyorlarmış. Bizimki neredeyse 1 milyon yıl sürmüş. Primat kardeşlerimizin o kadar zamanı olacak mı, biz yeni bir çağ inşa etmek için onların yetişmesini bekleyecek miyiz eminim değilim. 

Ezeli ebedi sözelci olduğum için biyolojiden, zoolojiden filan çok anlamıyorum ama kavrayabildiğim kadarıyla meselenin özü  şu: Bilim insanları inceledikleri değişik türden primatların ağaç dallarından ve taştan aletler yapmaya başladığını saptamışlar. Buradaki önemli ayrıntı, doğada buldukları bir takım cisimleri veya insanların verdiği aletleri belirli amaçlarla kullanmaları değil, o gereçleri imal etmeleri anladığım kadarıyla.

Şempanzelerin veya diğer maymunların Taş Devri’ne girdiklerine dair bulgular ne anlama geliyor? Evrende yalnız olmadığımız gibi, yeryüzünde de eşsiz olmadığımız anlamına geliyor bana kalırsa. Bu gelişmenin bir başka anlamı ise tarihin bir yürüyüşü, bir akışı, bir yönünün bulunduğu. 

İki ayağı üzerinde yürüyen bir başka primat türüne, insana geçelim şimdi.

Hindistan’ın güneyinde büyükçe bir ada ülkesi Sri Lanka. Adettendir ya bizde, küçük olduğunu düşündüğümüz ülkeleri Konya ile karşılaştırırız. Sri Lanka’nın yüzölçümü 66 bin kilometrekare. Neredeyse iki Konya kadar. 22 milyon nüfusu var. Adanın eski ismine de aşinayız: Seylan. Bizim için önemli bir tarafı çayı anımsatması. Çayın önemi sadece koyu rengiyle ilgili değil. Çay tarımına yüklenen Britanya sömürgeciliği ülkenin etnik yapısını ve dolayısıyla tarihini de değiştirmiş. İngilizler çay plantasyonlarında karın tokluğuna -ki o da sözün gelişi- çalıştırmak  için Hindistan’dan Tamiller’i taşıyıp yerleştirmişler Ada’ya. Ada’nın yerli halkı Sinhalizler pek mutlu olmamışlar elbette. 

Sri Lanka’nın bağımsızlığa kavuşması 1948 yılında ama Birleşmiş Milletler’e üyelik 1955’te gerçekleşmiş. Benim gençliğimde ve sonraki yıllarda biz Sri Lanka’yı hep bir iç savaş üzerinden takip etmiştik. Ülke nüfusunun yüzde 10’undan biraz fazlasını oluşturan Tamil azınlığı temsil eden Tamil Kaplanları ile merkezi yönetim arasındaki kanlı çatışmalar 2009 yılında örgütün kesin bir askeri yenilgiye uğramasıyla sona ermişti. O sıralar Paris’teki 1 Mayıs yürüyüşlerinde en kalabalık gruplardan biri oluyorlardı Tamiller.

Konuyu daha iyi bilenler mutlaka vardır ama o sıralar okuduğum analizler 26 yıl süren ve kimi iddialara göre 100 bin can alan iç savaşın birdenbire sona ermesinin Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tamil Kaplanlarına vermekte olduğu desteği kesmesiyle bağlantılı olduğu yönündeydi. Savaş boyunca Hindistan ise merkezi yönetime destek vermiş, ordunun eğitiminde etkin rol almış, bir ara da Ada’ya “barış” gücü göndermişti.

Sri Lanka’nın ilginç bir özelliği var. Devletin resmi adı Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti. Bu isim Sri Lanka’da yaşananlarla ilgili yorum yapmaya çalışan bizim yarım akıllı liberalleri de yanıltıyor haliyle. Oysa ki ülkenin 1970’li yıllarda uyguladığı kısmen “sosyalizan” diye nitelenebilecek ekonomik politikaları bir yana bırakırsak Sri Lanka Güney Asya’nın Pazar ekonomisine geçişte öncü devletlerinden sayılıyor. 

Dünya anlaması ve anlatması kolay bir gezegen değil elbette ve her olumsuz gelişmeyi Leninizm, olmadı İttihat Terakki, o da olmadı Kemalizm’e bağlayarak geçmiyor ömür. Neyse fikri liberal, irfanı liberal, vicdanı çoktan seçmeli tayfayı bir kenara bırakıp konumuza dönelim yine.

Evet, ülkenin adında “sosyalist” sözcüğü var ama ülke tarihindeki üç büyük ayaklanmanın ikisinin altında Marksistlerin imzası bulunuyor. Korkut Hoca’nın dipnotta yer verdiğim yazısında1 da ayrıntılı olarak belirttiği gibi bu yılın Mayıs ayında patlak veren olayların gösterdiği tek bir olgu var: Kapitalist paradigmanın iflası. 

Önceki gün Cumhurbaşkanı Sarayı’nın halk tarafından ele geçirilmesi, Başbakan konutunun ateşe verilmesi, kitlelerin değişim iradesinin somut kanıtı. Ne var ki bu iradenin bir tür “Millet İttifakı” tarafından ele geçirilip lacivertin başka bir tonuna dönüştürülmemesi için Marksist önderlik gerekiyor. Sri Lanka’da öncü Komünist bir örgüt olan Halkın Devrimci Cephesi’nin (JVP) Siyasi Büro üyesi Rathnayeke’nin soL Haber’e verdiği özel demeçte2 bu ihtiyacın ipuçlarını görebiliyoruz. Şunu da hatırlatalım, JVP yukarıda sözünü ettiğim iki Marksist ayaklanmaya da öncülük eden Marsist-Leninist siyasi yapı. 

Sri Lanka’da gördüklerimizin istisnai bir yanı yok. Arnavutluk ve Makedonya’da da halk sokaklarda. Kapitalizm dünyada tıkanmış durumda. Düzen kaygılı. Baksanıza bizim Dışişleri Bakanlığımız bile Cumhurbaşkanlığı sarayının havuzunda yüzen ve mutfağında yemek yiyen halkı “endişeyle” izliyor. AKP Genel Başkanı Bayram mesajında, olağan koşullarda kul olarak görmeyi tercih ettiği ve nadiren insan yerine koyduğu Türkiye halkına “sabır” çağrısı yapıyor. Bir hayalet dolaşıyor…

Bundan daha uygun bir zaman olamaz. Bir sonraki seçimi beklemek değil, devir kapatmak, devir açmak, ittirmek, devirmek, devrim ve yeniden inşa etmek gerekiyor. Bir de Ali İsmail’in hesabını “tüm emeği geçenlerden” muhakkak sormak gerekiyor.