Troçkist tarihçilik yeminli mahkeme beyanını kabul etmemeyi bilimsellik olarak ilan etmiş ve bu haliyle Sovyet tarihinin nasıl algılanacağına damga vurabilmiştir!

Cumartesi Değinileri: Kirov’u kim öldürdü – AKP’yle mücadele etmek – Göçmenler örgütlenmez mi?

Geçen ay daha ziyade uluslararası siyaset yazılarına alıştığımız Erhan (Nalçacı) Grover Furr’un kitabını ele almıştı. Yoksa şimdiye kadar Troçki’nin Yalanları hakkında kesin yazardım... Ama endişelenmeyin, tekrara düşmeyeceğim. Konuyla ilgili, önemsediğim birkaç not düşeceğim yalnızca.

Tarih, bilimin keşfettiği mutlak objektif bilgilerden oluşmaz. Bilgiler gerçek ile yorumların arasından süzülüp bize ulaşır ve diyebiliriz ki tarih aslında bir ideolojik mücadele sahasıdır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi bu mücadelede çok erken havlu attı. Stalin’in aforoz edildiği 1956 20. Kongre korkunç bir kırılma noktası olsa bile, mücadelenin kaybedileceği çok daha erken dönemlerde belli olmuştu. Ekim Devrimini izleyen iç savaştan sonraki tarihsel atılımların, örneğin merkezi planlamanın, sanayileşmenin, Nazizmin püskürtülmesinin altında imzası bulunan Stalin’in üstüne çizik atılmasıyla Sovyetler Birliği’nin tarihi de yazılamaz hale geldi. Ama öncesinde de ortada bayağı bir savrukluk vardı. Stalin önderliği yenilgiye uğrattığı rakiplerinin, tarih yazımına egemen olacaklarını aklına getirmemiş olabilir…

Hayaldi gerçek oldu ve Sovyet tarihi yerine göre muhalif veya anti-komünist diyebileceğimiz, esasen Troçkist bir hegemonya altında yazıldı. SBKP tarihçiliği ise yakasına yapıştırılan “resmi tarih” küçümsemesinden kurtulamadı. 

Sonuç olarak 1930’ların sonlarında başlayan tasfiyeler hep içermiş olabileceği haksızlıklar üstünden okundu. Aynı yıllardaki mahkemeler hukuksuzluk olarak mahkûm edildi. Eski Bolşeviklerin her tür suç itirafları görmezden gelinirken Sergey Kirov’un Aralık 1934’te silahlı saldırıyla öldürülmesinin faturası bile Stalin’in üstüne yıkılabildi. Bunun için bir politik gerekçe bulunamamış olabilirdi, ama cinayetten yararlanan tek kişinin Stalin olması yeterli sayıldı!

Parti, Leningrad örgütünün başındaki en önemli kadrolarından birinin katlini iç savaş ilanı olarak görmüş ve benzeri saldırıların kökünü kazımak için büyük bir mücadeleye girişmiş olamazdı sanki. Bir olaydan sonraki süreç kimin önünün açılmasına sahne olmuşsa, söz konusu olay o kişinin hazırladığı bir komplo olmalıydı! 

Bu totolojiye tarihçilik denemez. Ancak daha ilginç olan, eski Bolşeviklerin Sovyetler Birliği’ne düşmanlık besleyen ve yıkıcı bir savaşa hazırlanan Almanya ve Japonya ile ilişki kurduklarını itiraf ettikleri duruşmalardır. Troçkist tarihçiliğe göre, bu düşünülemez, yalandır, hatta işkence altında kişilik çözülmesinin en çarpıcı örneklerini oluşturur. Troçkistlerin sağcılarla bir blok oluşturması, bu örgütlenmenin sosyalist rejime karşı silahlı eyleme girişmesi ve emperyalistlerle temas kurması… tamamı palavra diye çöpe atılır!

Grover Furr onlarca yıl sonra, üstelik Sovyetler Birliği artık mevcut değilken anti-Sovyet tarih yazımının tahtını sallayan araştırmacıların başında geliyor. Furr’un böyle büyük bir bilimsel kavgaya girmek zorunda kalmasının nedeni, Sovyet tarihçiliğinin attığı havludur. Furr’un ortaya koyduğu verilerden önce elimizde Troçkist tarihçiliğin üstünü örttüğü iki politik açıklık vardı. Furr’la birlikte onları da hatırlamakta yarar var.

Birincisi Trotskiy’in o dönemki siyasal analizleridir: “Son yılların deneyimlerinden sonra, Stalinist bürokrasinin parti veya Sovyet kongresiyle ortadan kaldırılacağını sanmak çocukça olacaktır. Gerçekte, Bolşevik partisinin son kongresi 1923 başlarındaki 12. parti Kongresi olmuştur. Daha sonraki bütün kongreler bürokratik gösterilerdi. Bugün, bu tür kongrelerden bile vazgeçilmiştir. Yönetici kliği yerinden uzaklaştıracak hiçbir 'anayasal' yol kalmamıştır. Bürokrasi iktidarı proleter öncüye bırakmaya ancak şiddet yoluyla zorlanabilir.” Trotskiy ilk kez 1934’te yayınlanan Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri kitapçığında, devamla, “şiddet” derken silahlı ayaklanma çağrısı yapmadığını anlatıyor. Kast ettiği, yeni devrimci partinin Sovyet emekçilerinin çoğunluğunu örgütleyeceği ve böylece altı boşalan bürokrasinin çökeceği imiş…

Diyelim ki öyle… İyi de, kim bu “Stalinist” ve Troçkist “partilerin” veya yoz bürokratlarla proleter öncülerin, bir sosyalist çoğulculuk hukuku içinde serbest bir rekabet yaşayacaklarına inanır? Olsa olsa muhalefetinki bir gizli örgütlenmedir. İktidar mücadelesinde meşruiyet kavramını hayli geniş düşünmüş ve uygulamış olan Bolşevik gelenekten insanların, gizli örgütlenmenin araç yelpazesini de bir o kadar geniş tutacaklarını akıl etmek çok mu zordur? 

Hal böyleyken “tarih okurları kamuoyunun” Trotskiy, Buharin, Zinovyev, Radek ve başkalarının öyle karanlık ilişkilere girmeyecekleri yolunda iman tazelemesi sağlanabilmiştir! “Asla yapmazlar, Kirov’un öldürülmesine, sabotajlara falan kalkışmış olamazlar.” Troçkist tarihçilik ilgili kamuoyunun aklını böyle acayip bir biçimde dağıtmıştır!

Diğer bir noktaya geldik bile: Bolşevizmin iktidar mücadelesini kavrayışı. Burada tek bir boyutla, emperyalistlerle kader ortaklığı kurmakla yetinelim… Yine “asla yapmazlar” mı? Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni istila edeceğinin 1930’ların ortalarında Sovyet siyasetinde haber değeri yoktu. Haber değeri olan fikir, arkasında bütün sömürü dünyasının durduğu bu dev kapitalist devletin püskürtüleceği olurdu!

Devrimci bir iktidar değişimi için çok boyutlu kriz gerektiği Marksizmin abecesi. Muhalefet, ekonomik alanda düze çıkmanın henüz çok uzağındaki Sovyet toplumunda, mevcut liderliğin emperyalist saldırıdan sağlam çıkamayacağına banko oynamış olmalıdır.

Olasılık hesaplarını bırakıp eski tecrübelere bakalım. 1905’te Bolşevikler Japon savaşının Çarlığı sarsmasına gözlerini dikmişlerdi. 1914’te emperyalist savaşı iç savaşa çevirmeyi bayraklarına yazdılar. Yoksa Bolşevikler Rusya’nın dış düşmana yenilmesini mi diliyorlardı diye şaşırmanın manası yok. Bolşevikler dilek tutmamış, Çarlık Orduları içinde bozgunculuk örgütlemişlerdi! 

Biri çıksın da, zamanında buralardan yetişmiş kadroların Stalin liderliğinin yenilgisi için benzer bir akıl yürütmede asla ve kata bulunmayacaklarını anlatmayı denesin bakalım! Doğru olan tersidir. 1930’larda Sovyetler Birliği’nde yeni ve gizli bir parti kurup iktidar mücadelesine soyunan eski komünistlerin faaliyet programının Kızıl Ordu’da bozgunculuğu içermemesi, dış düşmanı kollamaması düşünülemez.

Bana sorarsanız, bir şey daha var düşünülemeyecek olan. Bu insanlar sadece feleğin çemberinden değil, Çarlık gizli polisinin işkencelerinden, kuş uçmaz kervan geçmez sürgünlerden, o da yetmez, türlü çeşit gerici devletin hapishanelerinden ve kovuşturmalarından geçmiş kadrolardı. Devrimci yaşamın en ağır bedellerini ödemiş ve devrim yapmışlardı! 1930’ların sonlarında, yapmayı akıllarından bile geçirmeyecekleri terör eylemlerini ve faşist devletlerle temasları onlara zorla kabul ettirecek bir işkence yöntemi keşfedilmiş olamazdı. Ama Troçkist tarihçilik yeminli mahkeme beyanını kabul etmemeyi bilimsellik olarak ilan etmiş ve bu haliyle Sovyet tarihinin nasıl algılanacağına damga vurabilmiştir!

***

AKP’ye karşı mücadele 

AKP’ye karşı mücadelede ise “düşmanımın düşmanı dostumdur” diye bakılması devrimcilik olmuyor. Zaten Bolşeviklerin politik esnekliklerini bu şark pragmatizmine benzetmek akılsızlıktır. Yukarıdaki konuyla şimdi geldiğimiz başlık arasında öyle bir bağlantı yok.

Ancak mücadelenin seçime endekslenemeyeceği, sandığın güç dengelerini en fazla yansıtacağını ısrarla söylüyoruz.

Sandıkların korunup korunmayacağı da bir güç ilişkisidir. Geride kalan yıllarda iktidarın yaptığı sahtekârlıktı, ama sahtekârlığın yapılabilmesi siyasal gücün kimde olduğunu gösterir. 

Ne zaman nerede olursa olsun, gerici bir iktidardan kurtulmak isteyen her kimse, iktidar partisini seçim gününden çok önce silahsızlandırmak, mümkünse dağıtmak hedefiyle hareket eder.

Bugün Türkiye solunun ve emekçilerin önündeki soru listesinde seçimde ne yapacağımız birinci sıraya yazılamaz. Seçimden önce emekçi halkımız öyle bir güce ulaşmalıdır ki, gericilik çözülmeli, onun yerine başka ucuz seçenekler geçirilememeli, o tür tezgâhlar tasarlayanın elinde patlamalıdır. Solun işi emekçileri bu örgütlenmeye taşımaktır. 

Bu tarif edilen yol uzun ve zorlu görünebilir. Ama yakın tarih ve güncel gelişmeler gösteriyor ki, AKP tam da bu dolambaçlı yöntemle hareket ediyor. Rakiplerini baskılayıp dağıtmak, geri adımlara ve teslimiyete zorlamak için seçimi beklemiyorlar. Bu kuşatmaya “sandığın güvenliği” diye yanıt verilemez. 

Açık olan bir şey de, düzen solunun bu ezberi değiştirmeyeceğidir. Değiştiremez, çünkü bir karşı kuşatma için halk kitleleri seferber edilmelidir. Düzen en çok halk seferberliğinden korkar. Bu korku mülk sahibi sınıfları hep birleştirmiştir. Bizim bugün bu birleşmenin erken işaretlerini topa tutmamız bu yüzden gereklidir. İktidar kadar muhalefet üstünde de baskı kurmamız ve gelecekteki bir birleşmeyi şimdiden engellemeliyiz.

Devrimci hareket AKP’nin ve onun temsil ettiklerinin nasıl alt edileceğini gösterdiğinde düzen solunun dili dönmeyecek ve emekçi halkın önü daha da açılacak.

***

Göçmenleri örgütlemek

TKP’nin geçenlerde yaptığı açıklamada aydınlanmaya herkesin ihtiyacı var deniyordu. Bizim halkımızın önemli bir bölümü bilimden, ileri kültürden, insanca yaklaşımlardan uzak düşmüşken, ülkemizi kendi yaşam koşullarıyla karşılaştırdığında “kurtuluşa giden yol” olarak gören yoksul göçmenlerin biricik özelliklerinin mazlumluk olduğunu kim iddia edebilir?

Gerici ideolojilere kapılanlar da göçer, suç işleyenler de. Yerleşik halk yabancı düşmanlığını şiddet sopasıyla bütünleştirir, göçle gelenlerse getto ile mafya arası bir yol tutturur. Göç yolları uyuşturucu yoludur aynı zamanda; adı üstünde insan ticaretinde kölelerin de temiz kalması zordur. Başına afet gelen, düzenin kurduğu tuzaklara bile isteye düşer… 
Peki, bu durum değişmez denebilir mi? 

Örgütlenmek her şeyden önce değişmektir. Göçmenlerin örgütlenmesine olmayacak dua olarak bakanlar genel olarak değişimden umutlarını kesmiş olmasınlar?

Geçen hafta yazdığımın arkasındayım; göçmenleri ya örgütleyip işçi sınıfına kazanırız; ya da bu düzen örgütler, çete yapıp üstümüze salar. Birinci seçeneği gerçekçi bulmayanlara rastlanıyor solda… İnsanların yaşamla kurdukları ilişkiyi, dolayısıyla düşünüş ve konumlanışlarını değiştirmelerini, en azından şu içinden geçtiğimiz çağın koşullarında gerçekçi bulmayanlar, ilginçtir, tam da bu çağın egemenlerinin değişebileceğine inanmak gibi tuhaf bir yere kayıyorlar. Düzenin şu çetesi gitse de, beriki gelse, durum bir nebze düzelse…

Kolay değil, gerimizde dünyanın gericiliğe topluca yuvarlandığı, bizim ülkemizde tek sözcükle karşıdevrim yaşanan on yıllar uzanıyor. Bu geçmişin mücadeleden, örgütlenmeden, tarihin böyle ilerletilmesinden yana olanları sıkıştırması, bunaltması kaçınılmazdır. Ancak hayat tek yönlü bir cadde değil. Birileri değişme ve değiştirme umudunu ve enerjsini yitirirken başkaları pekâlâ daha umutlu ve enerjik hale gelebilir. 

Rastlıyoruz, eski solculardan kırpıp kırpıp restorasyon borazanı yapılıyor. Umutsuz ve yorgunlar çarçabuk ve sahte bir kurtuluş için yazıp çizmeye, anlatmaya, kariyerlerini de böyle planlamaya koyuluyorlar. 

Bizse iddialarımızı somutlamaya uğraşırız. Göçmenleri gönderip göndermemeyi tartışmaya değil onları örgütleyip değiştirmeye öncelik veririz. Ne kolay olduğundan ne de daha önce ülkenin emekçilerini çok örgütleyip değiştirmiş olduğumuzdan. Ama insanlık boyun eğmeyeceği, eninde sonunda ayağa kalkacağı için. Bugünkü kokuşmuşluğun daha fazla sürdürülemeyeceğine dair çok alamet belirdiği için. Alametlerin bir bölümü olarak, bu karanlık çağda adım adım, semt evlerinde, işçi evlerinde bir halk aydınlanması da yaşanabildiği için. Değişimin izlerini gördüğümüz, adımlarını duyduğumuz için.