Caligula ve Pompei’nin son günleri

Milattan Sonra 12’de doğdu. Rheine lejyonlarında bulunduğu sıralarda askerler gibi çizme giymesi nedeniyle “çizmecik” anlamına gelen Caligula takma adıyla tanınmıştı. Babası Germanicus’un ölümü üzerine İmparator Tiberius tarafından evlatlık alındı. O ölünce imparator oldu. Saltanatının ilk yedi ayında vergileri indirdi, valilerin yetkilerini sınırlayan yasaları kaldırttı. Tiberius’un sürgüne gönderdiği suçluları bağışladı. Artık çok seviliyordu. Onunla aynı çağda yaşamış Gaius Suetonius Tranqullus’un “Oniki Caesar’ın Yaşamı” adlı kitabında, birkaç günlüğüne Campania kıyısındaki adalara gidince, halkın sağ salim dönmesi için adaklar adadığını not ediyor.

Fakat belki de fazla sevgiden, akıl hastalığına yakalandı. Yatağını paylaştığı kız kardeşi Drusilla’nın ölümü üzerine iyice zıvanadan çıktı. Artık kendinden önceki sezarlar hakkında konuşulmasına tahammül edemiyordu. Saygılarını sunmak üzere Roma’ya gelen kralların akşam yemeğinde atalarının soyluluğu üzerinde konuştuklarına duyunca “Bırakın da tek bir efendi, tek bir kral olsun” diye bağırdı. Cumhuriyeti yıkmıştı, Senatoyu her fırsatta aşağılıyordu. Görünüşe göre başına taç takmak ve krallığını ilan etmek istiyor, buna hazırlanıyordu.

İtiraz eden olmayınca tanrısal güçleri olduğunu vehmetmeye başladı. Ülkenin çeşitli yerlerindeki tanrı heykellerini sarayına taşıttı. Kafalarını koparıp, yerine kendi kafasının kopyalarını koydurttu. Sarayını birkaç kat büyüttü. Bazı dalkavuklar artık ona tanrı diye sesleniyorlardı. Bundan güç alarak özel rahipleri bulunan büyük bir tapınak yaptırdı. Girişine de heykelini diktirdi. Sanki canlıymış gibi bu heykele her gün başka bir giysi giydiriliyordu.

Yeni dönemin ilk işlerinden biri Roma’nın “milli” bayramlarını yasaklamak oldu. Devlet mülküydü artık. Hoşlanmadıklarını öldürttü, yan baktığını düşündüklerini sürgüne gönderdi. Tranqullus’un aktardığına göre, gördüğü her kadınla ve hoşlandığı her erkekle yatardı. Öylesine arsızlaşmıştı ki kalabalık bir şölende karısının yanında kız kardeşi ile ilişkiye girmişti. İşkence, eziyet, zulüm, cinayet, kuralsızlık onun zamanında kural oldu. Çizmecik, çok dindar fakat az ahlaklıydı. İşkence ve eziyetten derin bir haz alıyordu. “Öyle bir vur ki öldüğünü hissetsin” diyerek dolaşıyordu civarda. Bunu bazen emrederek yapıyor, bazen de bizzat elini kana buluyordu. Tranqullus şöyle anlatıyor: “Çoğu kez, öğle yemeği yerken ya da akşam yemeği ve sonrası eğlenceler sırasında, suçlulara onun gözü önünde işkence edilirdi, kafa kesmede usta bir asker hapishaneden kim getirilirse getirilsin kafasını kesiyordu.” Ne kendisinin ne de başkasının namusuna saygı gösterirdi. Önüne gelenle “doğa dışı cinsel ilişkiye girmesi” ile meşhurdu. Sağa sola para saçıyordu. Hazine tam takır olunca tuhaf vergiler koydu, vermeyenlerin mallarına el koydurdu. Davalara bizzat bakıyor, sıkılınca bütün davaları birleştirip toplu mahkûmiyetlere hükmediyordu. Bazen davalara almak istediği miktarı belirledikten sonra bakmaya başlıyor, istediği miktara ulaşınca oturumu kapatıyordu. “Paran kadar adalet” onun zamanında icat edilmişti.

Sonra orduya da el attı. Beğenmediği subayları terhis etti, çoğunu yaşı ileri diye kovdu. Ordunun başına geçip düzmece seferler yaptı. Buralarda büyük zaferler elde ettiğini propaganda etti. Ölçüsüzlük ölçü olmuştu. Çılgınlıkları atını konsül ilan edecek dereceye vardı. Saralıydı Çizmecik. Belki de bu yüzden onda kendine aşırı güven ve aşırı korkaklık iç içe, yan yana yaşıyordu. Bir gün tanrılara kafa tutuyor, ertesi gün gök gürültüsünden korkup yatağın altına saklanıyordu.

Böyle böyle öyle bir nefret biriktirdi ki etrafındaki dalkavuklar endişelenmeye başladı. Onların bu endişesini fark edince şöyle diyordu: “Korktukları sürece nefret etsinler.”

***

Birgün, nefret edenler korkularını yendiler. Caligula, 41 yılı başında tiyatrodan sarayına dönerken bıçak darbeleriyle can verdi. Vuranlar vurmaya doyamamıştı, birbirlerini vurmaya devam etmeleri için teşvik ediyorlardı. Bir asker onunla birlikte karısı Caesonia ve kızını da duvara çarpa çarpa öldürdü. İzleri o gün orada silinmişti.

Denildiğine göre dört yıla yaklaşan saltanatı Roma İmparatorluğu’nun hem içte hem dışta en parlak dönemlerinden biriydi. Hatta dönemini hatırlatacak bir afet olmadığından, sık sık olması için dua ederdi.

Çizmecik’in aşırılıklarına alışmış olan halk öldüğüne inanmadı. Çok dindar ve az ahlaklı bu dönem az zamanda kendi tiplerini yaratmayı başarmıştı. İşler yolundaydı nasıl olsa, hatta aralarından bazıları onun bir tanrı olduğuna inanmaya bile başlamıştı.

***

Caligula’nın ölümünden 38 yıl sonra Pompei şehri Caligula’nın ektiklerini biçmekle meşguldü. Şehir zengin, denize yakın güzel bir yerdi. Eğlence ve kumara gömülmüştü sakinleri. Geceleri dövüşler düzenleniyordu, şarabın kızılı ile kan kırmızısı hâkim oluyordu geceye. Sokaklarda Caligula ahlakı hüküm sürüyordu. Kural yoktu, fuhuş kural haline gelmişti. Dolayısıyla zevk ve sefaya dalmış kendinden geçmiş şehir ahalisinin ufak tefek yer sarsıntılarını fark edecek hali yoktu.

Bir Eylül günü, kafalarının üzerindeki dağ gümbürtüyle patlamaya hazırlanırken şehir hiç ölmeyecekmiş, bu zevk-ü sefa hep sürecekmiş gibi hayatlarına devam ediyordu. Büyük bir ateş ve kül dalgası bir anda üzerlerine geldi. Şehrin muktedirleri yanında köleleriyle ve pahalı mücevherleriyle, meyve yerken, geneleve giderken ve paralarını sayarken yakalandılar fırtınaya. Kıpırdamaya, kaçmaya, korkmaya fırsat bulamadan bir anda taşa dönüştüler.

***

Karakterler, olaylar, devlet işleri, eziyet ve işkenceler, azgın sömürü, vurdumduymazlık, adaletsizlik, eşitsizlik, ölçüsüzlük ve kuralsızlık, zıvanadan çıkmış bir dindarlık ve ahlaksızlık, görgüsüzlük, savurganlık, şaşaa, uçsuz bucaksız saraylar, sapkınlıklar çok fazla bugüne benziyor, biliyorum. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de muktedirlerin gerçeklikle bağı bütünüyle kopmuş durumda. Üstelik kölelerin çoğunu da alet ettiler suçlarına. Pompei kendinden geçmiş, her sabaha akşamdan kalmanın tanıdık tatlı ağrısıyla uyanacağını sanıyor. Ufak tefek sarsıntılar da hissedilmiyor değil ama çok şükür bizde patlayacak bir yanardağ yok.

Karışık duygular içindeyiz o yüzden. Düzenin işbirlikçileri “ilk birkaç yıl çok iyiydi her şey ama sonra sapıttılar” diye yakınıyor. Düzenin parçası olmuş olanlar, artık ışığı sönmekte olan parlak dönemin sonsuza kadar süreceği iddiasında. Sarsıntıları barbarların bir oyunu sanan ahmaklar da var aralarında.

Hâlbuki her şey düzenin çarpıklığına, sonunun yaklaştığına işaret. Tanrısı, iktidarı, inancı, refahı, hukuku, gücü, neyi varsa hepsi koca bir yalandan ibaret. Duyuyor musunuz küçük sarsıntıları? Yaklaşan korkunç bir fırtınanın ayak sesleridir onlar.

Ve Caligula işte orada, hiç ölmemiş gibi bize bakıyor. Nefretimize bakıp gülümsüyor. Çünkü biliyor, nefret etmek yetmez, korkuyu da yenmemiz gerekir.

Korkmayacağız öyleyse. Birbirimize cesaret bulaştıracağız. Taş olmayalım diyorsak ayağa kalkacağız.

Caligula mı? Ondan kurtulmak kolay. Zor olan arkasında bıraktığı düzenden kurtulmak…