Gizli Demokrasi

Aslında mecaz falan yapmıyorum buradaki “gizli” sözcüğü, ilk anda ne anlatıyorsa o anlamdadır. Hatta, çok gizli de diyebilirdik çünkü, gizlilik düzeyi az buz değildir. Bazı belgelerin üstüne Amerikancada “top secret” damgası vurulur, bizde onun karşılığı olarak “çok gizli” mührü kullanılır, tam öyle.

Demokrasi, her açıdan, çok gizlidir. Bu herkesin ardından koştuğu, olunca çok gönendiği, olmadığında yerin dibine geçip utanmakla kalmayarak tarifsiz kederlere gark olduğu, lafı uzatmadan ve bizim Yurdakuler’in pek yerinde deyişiyle söylersek, “demokrasi dini” başka hiçbir dinde gerekmediği kadar gizlilik ister, gizliliğe muhtaçtır, gizlilik olmadan yaşayamaz bununla bağlantılı olarak, ne kadar ilerlerse o kadar gizli hale gelir. Sonunda, gizlilik demokrasinin ihtiyaç duyduğu, onsuz yapamadığı bir durum olmaktan çıkar, doğrudan doğruya, demokrasinin kendisine dönüşür. Böylece, o kadar gizlenir ki, varlığı ile yokluğu arasında fark kalmaz bir bakıma, bizim Bektaşinin “ne yerdedir, ne gökte, ne şurdadır, ne burda” diye kendisine Allah’ı anlatmaya çabalayan inanmışa söylediğine döner: “Sen şuna yok diyeceksin de, dilin varmıyor!”

Ülkeler arası ilişkilere ve ülke içinde olup bitenlere birtakım göndermelerle devam etmeye çalışalım.

Örnek olsun, Erdoğan’ın son Amerika seferi ile ilgili olarak nevzuhur şöhretlerden A. Aydıntaşbaş hanımefendinin yazdığı satırlardan bazılarıyla başlayabiliriz. Öyle de yapmak üzereyiz ama, benim ne zaman bu hanımın soyadını işitsem aklıma gelmesini önleyemediğim bir başka soyadı var, onu anmak için bir sapma yapsam iyi olacak sapma dediysek, eskiden sık sık sözünü edip içine girmekle suçlanmaktan çok koktuğumuz sağ ve sol sapmalardan değil bu, sadece konudan küçük bir sapma.

Komutanı olduğu işyerinde düzenlediğimiz verimlilik konulu bazı eğitsel toplantılar dolayısıyla tanıdığım bir havacı paşa vardı, ondan sonra da Ankara’ya geliş gidişlerinde bizim kuruma uğrar, bizlerle sohbet ederdi yirmi yıl falan geçti üstünden, şimdiye çoktan emekli olmuştur ve bu sayede, eğer hâlâ hayatta ise, hapisane yerine kendi köşesinde dingince oturuyordur. O paşanın soyadı Aydınmakine idi ve, ismiyle müsemma derler ya, tam da öyle bir adam olarak hatırlıyorum, hem aydın bir insandı hem de makine mühendisiydi.

Aydıntaşbaş hanımefendi, Cuma günkü Milliyet’te yayımlanan yazısının bir yerinde şunları anlatıyordu:

“Bu tarz görüşmeler, genelde hep ‘iyi’ geçer, ilişkilerin hafif netameli olduğu zamanlarda bile iki taraf da nezaketen ‘başarılı’, ‘yapıcı’ gibisinden ifadeler kullanır. Ama bazen de bu zirvelerde gerçekten bir bahar havası yakalanır. İşte Erdoğan’ın Obama’yla Waldorf Astoria’da 2 saate yakın görüşmesiyle ilgili iki cepheden de aldığım hava bu.

Dün görüşmenin Erdoğan cephesinde ‘beklenilenden kat kat iyi’ geçtiğini yazmıştım. Bugün de Amerikan tarafına kulak kabarttım. Duyduklarım, farklı değildi. Toplantıya, Başbakan’ın İsrail ya da Kıbrıs Rum kesimine karşı sert bir üslup kullanması, hatta çatışma olasılığını bile ima etmesi ihtimaline karşı hazırlıklı gelen Amerikan tarafı, karşılarında tam tersine duygusallıktan uzak ve pragmatik bir Erdoğan görmekten son derece mutlu olmuş gibi.

Üst düzey bir Amerikalı yetkili, Erdoğan’ı ‘son derece konsantre ve disiplinliydi’ diye tanımladı. ‘Başkan Obama bu ilişkiye ciddi bir yatırım yaptı ve bunda haklı olduğunu da görüyor.’ Hissettiğim, Obama’nın Erdoğan’a kişisel bir sempatisi var. Ayrıca Arap Baharı, füze kalkanı ve Suriye’ye yönelik bundan sonraki adımlar konusunda iki ülke arasında tam bir koordinasyon var.”

Bu yazılanlardan, görüşmelerin gizli tutulan yanlarına ilişkin birtakım ipuçları çıkarmak mümkün olabilir. Sözgelimi, Erdoğan’ın kalabalıklar önündeki atıp tutmalarını orada da tekrarlayacağından Amerikalı muhataplarının kaygı duydukları yolundaki yorum pek ciddiye alınamaz görünse de, “hazırlıklı gelen Amerikan tarafı karşılarında tam tersine duygusallıktan uzak ve pragmatik bir Erdoğan bulmaktan mutlu” ifadesi, herhalde, Washington çevrelerinden sızdırılmış bir bilgi/yorumdur ve biraz daha açık anlatımıyla, onların son günlerin kaplan ataklığında görünen politikacısıyla değil uyumlu ve anlayışlı, kuzu gibi bir muhatapla görüştükleri anlamına gelir. Bu durum Amerikalıları elbette mutlu eder.

Neyse, asıl konumuz bu görüşme değil bu tür ilişkilerin, gizli demokrasinin herkesçe öğrenilmiş bir gereği olarak, kapalı kapılar ardında gerçekleşmesidir. Hatta, o kapıların uzun süreler boyunca kapalı tutulduğu bu tür görüşmeler, pazarlıklar, anlaşmalar ile ilgili resmi tutanakların 50-60 yıl dolayında süreler geçmeden açıklanmasına yasaklar getirildiği bilinir. İleri sıfatı bizdekine oranla daha az sırıtan demokrasilerde de durum böyledir. Başka bir anlatımla, demokrasi üç aşağı beş yukarı her yerde demokrasidir ve dünyanın her yerinde gizlidir.

Ülke içinde olup bitenlerde de gizlilik esastır. Örnek olsun, yakın geçmişte yaygınlaştırılmış usuller arasına giren, tanıklarından iddianamelerine kadar her öğesinin gizli olduğu davalarda yargılanan yurttaşlar, suçlananın neyle suçlandığını bilmediği, dolayısıyla suçun da gizli olduğu süreçlerden geçirilirler. Yine sözün gelişi, bir büfenin önünde ayak üstü karnını doyururken ya da çalıştığı dükkana gelmiş müşteriye 250 gram kuruyemiş satarken yahut otobüs durağında arkadaşını beklerken kör terör tarafından katledilen insanlarla ilgili olaylarda, neye yaradığı bilinmeyen araştırmalar/soruşturmalar, geçerliliği ve haklılığı hiç sorgulanmayan gerekçelerle baştan sona gizli yürütülür, manipülasyon gerektiğinde gizlice sızdırılır ve gizlice sonuçlandırılıp bu gizliliğe uygun biçimde açıklanır. Oralarda da kalmaz, kime oy verdiğini bilmeden gizlice, gizli kabinlerde serbestçe oy verip temsilcilerini seçtikten sonra onların ne yaptıklarını hiç bilemeden gizlilik içinde demokrasi dininin bütün nimetlerinden tadan mümin yurttaşlar, hani “ibadet de gizli kabahat de” denilmiştir ya, öyle gizlice yaşayıp giderler…

Sonuç olarak, yurttaşlar, deminden beri yinelenen bu sözcüğün besbelli bir abartma payı taşıdığı düşünülerek gerekli düzeltme ile söylendiğinde, insancıklar, hayatlarının her anını, bu arada sona erişini ve sona eriş biçimini de etkileyen her türlü kararın alınışında şu tekerlemeyi ilke edinmiş görünürler: “Yüce dağlar soğuktur üşünür, büyüklerimiz bizden daha iyi düşünür!” Bunu ben uydurmuş değilim, yıllar önce, ilk bakışta herhangi bir olağanüstülüğü bulunmayan insanlardan işittiğim bir sözdür ve, doğruya doğru, halkımızın, bizim halkımızın ve başka halkların “ezici” vurgusunu hak eden çoğunluğunun genellikle benimsediği bir yaklaşım biçimidir. Buradaki “genellikle” kaydının hatırlattığı ayrıksı duruma ise bizim türümüz tarafından başka bir ad verilmiş ve onsuz bir devrimin mümkün olmadığı ileri sürülmüştür.

O insancıklar ve onlarla birlikte kurtuluşu arayan devrimciler ne kadar tekrar etseler fazla sayılmaz: Bütün dinlerin en bönleştiricisi olan demokrasi dininin boyunduruğundan çıkmadan, toplumsal kurtuluş mümkün değildir ve, neden olmasın, insanları dualarına inandırarak ayakta kalan bu dine karşı bizimki de kendimize özgü bir tür dua olduğu için tekrarında sayısız yarar vardır.