Sen Sermayenin Has Adamı Olmuşsun Ruşen Kardeş

Bu yazı bir Türkiye faşizmi çözümlemesi. Ruşen Çakır üstünden yapılacak. Ruşen Çakır çok tipik bir figürdür çünkü. Çakır’a “sen” diye hitap etmem ne samimiyetten, ne saygısızlıktan, yazın diline daha uygun düştüğünden.

Bundan iki yıl önce 27 Şubat’ta aynı yerde bir yazı yazmışım: Üç Şiddetinde Özgün Faşizm. Türkiye’de çok kendine özgü bir faşizm yaşandığını anlatmıştım o yazıda. Şiddeti de on üstünden üç diye saptamıştım.

Son Balyoz ve Odatv operasyonlarından sonra şiddetin dörde çıktığını söyleyebilirim. Beşe çıktığında sanırım ülkedeki hiçbir aklı başında kişinin süreçten kuşkusu kalmayacak. O zaman “Dördü de gördük, beşi de gördük” diyemeyeceğiz Rıdvan Dilmen reklamındaki gibi. Çünkü yazamayacağız.

İnternette dolaşan “ölmeden önceki son sözler” geyikleri gibi bir şey bu. “Hihoyt! Ruşen abi, bak ne komik, şu yaklaşan şey tıpkı köpekbalığına benziyor” türünden bir şey yazacağız herhalde son olarak. “Şu fanatikler gibi abartıyor muyuz yoksa biz de!” gibi bir başlık.

Özgün bir faşizm diyorum, çünkü klasik faşizmle benzeşen temel özellikler bir yana, ayrıldığı birtakım noktalar var. Böyle on madde sayabilirim. Ama şu ana dek yaşananda Yahudiler ve komünistler hedef alınmıyor ilk elden. Hani şu ünlü söz vardır, “Önce komünistleri tutukladılar, sonra Yahudileri götürdüler, kimseden ses çıkmadı… ardından sıra bir bir herkese geldi…” şeklinde. Burada sıraya riayet edilmiyor, kuyrukta kaynak yapıp duruyorlar. Yahudiler yerine biraz Ermenileri koydular, Kürtler öne alındı, oynamalar yapıldı. Faşizm klasik takılmıyor, son derece yaratıcı. Onun da nedenleri var elbette.

Şimdi niye Ruşen Çakır’a taktım. Bir yazıyla meşgulüm, bir yandan televizyon açık ve Ruşen Çakır 163 subayın götürülmesinin haberini veriyor ve bir yandan da gayet açık ve içten yorumlar yapıyor. Kelimesi kelimesine “bu bir devrimdir” diyor generallerin götürülüşü için. Sevindiğini saklamaması cidden dürüstlük, ama “devrim”? Orada duralım biraz. Bunu o anki konuşmasında şöyle açıkladı: Bu subaylar, generaller beni Hasdal’a götürdüklerinde, orada bir yıl çok ağır koşullarda kalmıştım, bana işkence yapanlardı.

Bunlar belki de bire bir aynı kişilerdi, belki (büyük ihtimal) aynı kafadan kişilerdi. Çakır’ın o yaklaşımındaki duygusallığı anlıyorum, yine de hak vermemekle birlikte. İşin sadece orası bana göre çok sorunlu değil. Sorun çok temelde.
Sonra Ruşen Çakır sözlerini biraz düzeltmek, açıklamak ihtiyacı hissetti makalesinde. Dedi ki, ben intikam hissiyle hareket etmem, etmedim, sadece onlarla eşitlendiğimiz için “aramıza hoş geldiniz” dedim. Burası çok sorunlu. Asıl sorun burada. Bu subaylar eski devrimci Ruşen Çakır’la eşitlenmiş olabilirler, sadece mağduriyet anlamında, ama bugünkü Ruşen Çakır’la yer değiştirmiş durumdalar. Buraya çok dikkat edin.

Bir şeyi bir türlü anlatamıyoruz. “İktidara yardım ve yalakalık” etme suçu işleyen eski aydınlara bir türlü bir şeyi anlatamıyoruz. İktidara yardım ve yalakalık, bir aydın için -görüşü ne olursa olsun- suçtur ve onu aydınlıktan çıkarır. Bunu herkes biliyor, onu yinelemeyeceğim. Anlatamadığımız başka bir şey var. Daha önemli. Ve burada bizim beceriksizliğimiz, bizim akıl yetersizliğimiz değil asıl mesele, karşımızdakilerin çok ciddi bir akıl yetersizliği söz konusu. Bu yetersizliği de bizzat iktidara yardım ve yalakalık etme konumu, sermayeyle girişilen çıkar ilişkileri güçlendiriyor. Bu yetersizlik çoğu olguda çalışılmış, planlanmış bir yetersizlik.

Ruşen Çakır kardeş makalesinde bahsettiği sahneyi gözünde tekrar canlandırsın. Çevresinde kimleri görüyordu? Sadece solcuları, sadece devrimcileri mi? Eğer bahsettiği yer aynı “1. Şube”yse orada hücrelerde ve işkence odalarında ülkücüleri, MHP’lileri de görecekti. Bir iki tane değil, daha kalabalık.

Hiç bundan yola çıkarak oradaki devrimcilerin aklından şöyle bir şey geçmiş miydi: Bunu açıkça soruyorum Ruşen Çakır’a. “Bak Cunta MHP’lileri de içeri alıyor. O zaman bu Cunta sakın ilerici, demokrat olmasın?”

Klasik bir söz vardır. Devrimciler Marksizmi kavrasalardı böyle yalpalamazlardı. Tamam doğru da, iş o kadar karmaşık değil, kim Marksizmi kavramış ki, on binlerce genç kavrayacak. Az buçuk “normal insan” düzeyinde bir akılla devrimcileşmiş kişi şunu fark eder:

Kimin saldırıya uğradığı siyasette ikinci dereceden önemlidir. Asıl önemli olan kimin saldırdığıdır. Bu güç nedir, kimdir, ne getiriyor? İktidar kimdir, iktiiidaaaar?

İşte bir türlü anlatamadığımız çok basit ilke. Anlamazlar, çünkü sermayenin adamı olmuşlardır. Anlamazlar, çünkü saldıran sermayedir.

Bugün Amerika değil sadece. Amerika dedikçe demagoji yapıyorlar, bunlar yine komplo teorisi peşinde, bunlar ulusalcı olmuş vs. Bırak ABD’yi. O arama görüntülerindeki polislerin konuşmalarını da unut. Unuttun zaten. Bugün sermaye ne istiyor?

Bugün Türkiye’nin uluslararası tekellerle birbirinden ayırt edilemez derecede bağlantılı sermayesi, demokrasi görünümünde düşük yoğunluklu bir faşizmden yana. Bazı iç çatışmalar da o yüzden yaşanıyor. Şahinler gelinen noktayı garantili görmüyorlar, daha ileri gidelim diyorlar. Liberal faşistler ve eski sermaye odakları bu kadar yeter, şurada kalalım diyor.

AKP kurmayları ordu korkusunda haklı mı? Recep Tayyip Erdoğan haklı mı? Elbette haklı. Zaten o haklılıklarından güç alıyorlar. Öyle veya böyle seçimle iktidara gelmişler, bin bir hukuksuzluğa başvuruyorlar, ama en önemli kaygıları şiddet yoluyla iktidardan uzaklaştırılmak. Birinci gündem maddeleri buna karşı önlem almak. Burada haklılar mı? Bana göre kendi açılarından haklılar.

Kendi açılarından diyorum ve buraya kadarıyla bir empati yapılabilir. Ruşen Çakır gibiler için bunu bilhassa söylüyorum. Ne var ki Alman ve İtalyan faşistleri ve 12 Eylül faşistleri de kendi açılarından haklıydılar. Evet, Yahudi zenginleri Almanya’yı soyup soğana çeviriyorlardı. Evet, komünistler devrim yapmak üzereydi.

Alman, İtalyan, 12 Eylül faşistlerinin bu haklılığı onların insanlık düşmanı caniler olması gerçeğini değiştirmiyor. Alman halkı eziliyor dediler, milyonlarca Alman’ı öldürdüler. Yahudi zenginler ülkeyi soyuyorlar dediler, bir kısım Yahudi zenginle bile ittifak içinde ülkeyi soydular. Bizimkiler halkı terörden kurtarıyoruz dediler, önceki terörü yapan kendileriydi, sonrakini de… Çünkü onlar oligarşinin adamlarıydı.

Ya siz kimsiniz Ruşen Çakır? Birlikte sık sık göründüğünüz Nazlı Ilıcak kimdir? Nasıl bir gücün haklılığını savunuyorsunuz? Ilıcak da 12 Eylül’den darbe yemişti Ruşen Çakır, sizi bu mu birleştiriyor, yoksa patronlarınız mı? O subaylar onu da baskı altına almışlar, işkence tehdidiyle 12 Eylül’ü destekleyen yazılar yazdırmışlardı! O masum ve körpe yüreği zoraki darbe destekçiliğinden kim bilir nasıl buhrandan buhrana sürüklenmişti.

Nasrettin Hoca bir dostunu kıramaz ve yalancı şahitlik yapmayı kabul eder. Mahkemede ifadesini almaya başlar kadı. Hoca anlattıkça anlatır. Sonunda kadı dayanamaz, Hoca efendi der, deminden beri tutturmuşsun bir arpa çuvalı hikayesi, bizim davamız buğday üzerine! Canım kadı efendi der, hoca, yalancı şahitlik yaptıktan sonra, ha arpa olmuş ha buğday, ne fark eder.

Çakır ve Ilıcak Odatv baskınına karşı çıkmışlar. Odatv de marifet gibi bunları yayımlıyor, ne yapsınlar denize düşme meselesi. Benim bile hoşuma gitti. Ilıcak’ta yine de demokrat bir damar varmış diye düşünmekten, sempatiyle bile baktım yüzüne ilk kez. Ama bu ortama nasıl geldik. Aynı Ilıcakların, Ruşenlerin sayesinde değil mi?

Şimdi Ruşen kardeş bırak ABD’yi, ulusalcıları, subayları falan. Komplo teorilerine kıymet verme. Ama şu Hasdal maceralarını da bırak. Gel 1. Şubeye. Orada sakallı, Hacı mı Hoca mı öyle bir lakaplı işkenceci vardı, çok hırslı ve çok dindar, bilmem rast geldin mi, hatırlar mısın? Sorardı durmadan, “Örgütsel gonumun ne?”

Şimdi sana soruyoruz. Bize masal anlatma. Dünyayı ve ülkeyi yıkıma götüren büyük sermayeye karşı konumun ne? NTV denen o beyin yıkama kutusunda konumun ne? Konumun o sakallıdan yana mı yoksa?