Levent Üzümcü’yle 'Boyun Eğme' üzerine

İlk kitabı "Boyun Eğme"nin heyecanını yaşayan tiyatro sanatçısı Levent Üzümcü'yle, kitabından başlayarak, ülkedeki gelişmeleri, gündemdeki olayları, Şehir Tiyatroları sürecini ve daha pek çok şeyi konuştuk.

Serdar Nazım Yüce

Haziran Direnişi'nin belki de en yaygınlaşmış sloganıydı "Boyun Eğme". Haziran'da bu sloganı meydanlarda taşıyanlardan biri de tiyatro oyuncusu Levent Üzümcü'ydü. Üzümcü, bu süreçte Şehir Tiyatroları'ndan atıldı, yılmadı. Bir yandan tiyatrosunu devam ettirirken, diğer yandan yaşadığı zorlu süreçleri, bu süreçte kaleminden dökülenleri bir kitapta topladı. Bir de isim koydu kitabına, "Boyun Eğme" diye...

Geçtiğimiz günlerde evine davetli olduğumuz sanatçı ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Koşuşturma ve seyahatler içerisinde hasta düşmesine rağmen teklifimizi geri çevirmeyen Levent Üzümcü'yle kitabından yola çıkarak birçok konuyu konuştuk. Kitabın adının bu şekilde olmasının "Arkadaşım sen de boyun eğme" anlamına geldiğini söyleyen Üzümcü, "Bir kere, Atatürk Kültür Merkezi’nin tepesinde ilk 'Boyun Eğme' vardı. Bu çok özeldir" diyor.

Kitabına ilginin beklediğinden daha olumlu olduğunu kaydeden Üzümcü, insanlara “okuyup bir yere bırakın kitabı” dediğini, böylece daha çok insana ulaşılabileceğinin altını çiziyor.

Levent Üzümcü'yle gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. 


Daha başlarken bir duruş selamlıyor bizi. Eşiniz Ebru Tuay Üzümcü’nün şu cümlesi: “Boyun eğse idin gözüm gözüne değmeyecekti.” Eşinizin size duyduğu güvenin yanında ilişkinizi de tarif ediyor sanki bu sözler. Bunca zorluğun ardından Levent Üzümcü’yü ayakta tutanlar, boyun eğmemesini sağlayan şeyler neler?

O işte, en başta o. Onların varlığı; Ebru’nun varlığı, Ada’nın, Batu’nun varlığı. Sizler gençsiniz, daha çoluğa çocuğa karışmadığınızı umuyorum. Başka birinin sorumluluğunu aldığın zaman, senden olmuş, bu kadar çaresiz, kaka yapması ve gaz çıkarması için dua edeceğin bir insanın olabileceği aklına gelmez hayatta. Tamamen sana bağımlı, mamasını verip altını temizliyorsun. Ona emek sarf ediyorsun. Emek. Yani bütün o ilişkilerin temelinde olan, bizi bir şeye bağımlı kılan, bizi o şeye ait hissettiren… İşin özünde emek var. Bu kadar emek verdiğin varlıkların da, bu kadar emek sarf edilmiş bir varlık tarafından hak ettikleri derece güzel bir ülkede yaşamalarını istiyorsun. Çünkü sen onlara gözün gibi bakmışsın ve istiyorsun ki onlar da gözü gibi bakılmış, iyi bakılmış bir ülkede yaşasınlar. İnsan olarak kıymetleri bilinsin, farklılıkları keşfedilsin, akılları anlaşılsın ve özen gösterilsin istiyorsun. Bugün bu ülke böyle değilse, olması için de çabalamak, işte buradan kaynaklı. Benim çabamın kaynağı bu.

Varlıklarıyla ve duruşlarıyla… Tabii çocuklar durumun pek farkında değiller. Çocukların varlığı ama Ebru için çok zordu. Aynı hayatı paylaştığın bir insanın böyle bir durumda yanında durmaması çok korkunç olurdu. Düşünsene, nasıl yapabilirdin ki?

Kitabın ismi çok manidar. Haziran Direnişi’nin belki de en sembolleşmiş sloganı. Türkçeye ilk kez o günlerde kazandırılmış gibi sanki, sonrasında hiç düşmedi milyonlarca insanın dilinden. Bu bağlamda sizin tercihiniz tam olarak neden Boyun Eğme oldu?

Bir kere, Atatürk Kültür Merkezi’nin tepesinde ilk “Boyun Eğme” vardı. Bu çok özeldir. Ancak, hayatımda kendime düstur edindiğim sözlerden bir tanesi de Hz. Ali’nin bir lafıdır; “Haksızlıklar karşısında boyun eğerseniz, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz” der. Birçok metinde geçer “Boyun Eğme” sözü ve bu bizim çok içselleştirdiğimiz bir şeydir. Zaten, bugün Türk solunun benim durduğum yerde duranları ile aynı yollardan, aynı acılardan, aynı hislerden geliyoruz. Benim için hem bir davet, hem de kendime bir kere bir kere daha yaptığım bir telkin bu.

Aynı zamanda bir irade beyanı mı?

İrade beyanından daha çok, buradaki kullanımı, “Arkadaşım sen de boyun eğme” aslına bakarsan. Bu bir çağrı, tıpkı Haziran Direnişi’nde kullandığımız gibi, oraya; AKM’nin tepesine astığımızda olduğu gibi. Kaba güçler bir şey halledilmeye çalışılıyor Türkiye’de. Kaba güçle bize bir şey dayatılmaya çalışılıyor. Bunun karşısında durabilmemizi sağlayacak güç bizde var. Akıl gücü çok önemli bir güçtür ve tabii ki biraz cesarete de ihtiyacımız var. Boyun eğmemek için biraz inatçı ve cesur olmak zorundayız. Korkularımızın üzerine gitme kısmını yaşadık. Hayatında polise bir kimlik bile göstermemiş insanlar, polisin attığı gaz kapsüllerinin üzerine yürüdüler. Bu çok özel bir şeydir.

Kitabı yayınlamaya nasıl karar verdiniz ve aslında “Boyun Eğme”nin oluşum sürecinden de biraz bahsedersek?

K Yayın’ın sahibi Emrah (Akkurt) geldi ve “Ağabey, bir kitap yazmanı istiyorum” dedi. Ben de “Üstünde çalıştığım bir roman var” dedim. Yaklaşık üç sene önce başladığım ama türlü türlü nedenlerle sonunu getiremediğim bir roman. Tam ben yazmaya başladıktan 10 gün sonra Gezi başladı. Ondan sonra, Gezi’nin benim hayatımda yarattığı etkilerle birlikte romanı yazabilmem mümkün olmadı. Fakat o kor gitmemiş içimden. Şimdi ona gireceğim tekrar. Onun arasında Gezi’nin hemen ertesinde beni yazmaya iten pek çok şey oldu. İşte, Karşı gazetesi kuruldu, orada makaleler yazdım. Zaten birçok dergiye vermiş olduğum yazılar vardı. Onları bu şekilde istifleyip tarihe bırakmak istedim. Çünkü çok fena halde haksızlığa uğradığımı düşünüyorum Şehir Tiyatroları’yla ilgili. O yüzden dava dilekçesini de ekledim finale. Hiç kimsenin böyle keyfi davranmaya hakkı yok ama keyfilik bir alışkanlık haline geldi bu ülkede. Adalet de keyfi, güdümlü kararlar alıyor. Bunu doğru bulmuyorum, aklı başında birisi doğru bulur mu böyle bir şeyi.

Boyun Eğme diyorsunuz ama boyun eğmek nasıl bir şey peki? Nasıl tarif edersiniz “boyun eğmek”i?

Mesela boyun eğmek, sıradan olmak. Kabul etmek başlıca bir boyun eğmek. Doğru bildiklerinin, sana doğru söylenmiş, doğru olduğuna inandığın şeylerin tersini yapmak mesela. Yani, “Eline, diline, beline hakim olacaksın” gibi bir kültürden gelip de kumar oynayabilmek için, maddi anlamda görece daha rahat yaşayabilmek için gerçekte inandıklarının aksini yapmak boyun eğmek. Yalan söylemek, “Bunun kabul edilebilecek bir tarafı yok” diyememek, itaat etmek… Biz insanız ya! Aklımız var, fikrimiz var, bunu kullanabileceğimiz mecralarımız var. Bak, bugün akıllı telefon diye cebimizde dolaştırdığımız şeylerde bir tuşla dünyanın en büyük haber sitelerinden gelişmeleri öğrenebilirsin. Bugün bir tuşla bütün William Shakespeare külliyatını cebine indirebilirsin, bir uygulama olarak, küçücük bir kutunun içinde. Bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu değerlendiremezsen, bunu bir güç olarak kullanmayı beceremezsen internet kafelere gidersin, saati 5 liradan açar yolda görünce merhaba diyemeyeceğin adamlara küfreder durursun. Ne yapacaksın?

Bir bölümde “kurtarıcı”dan bahsediyorsunuz ve onun her dakika gelemeyeceğinden. Ekliyorsunuz da, “Bir başkası yok, sadece siz varsınız” diye. Bu anlamda, “Boyun eğmedim” diyebilmek için yapılması gerekenler neler sizce?

Kendine güvenmek, fikrine güvenmek. Ayaklarının üzerinde durmak, ısrar etmek, inat etmek.

Peki burada örgütlenmek?

Zaten örgütlenmek. Gençler bunu bilmeyebilir yaşı itibariyle, örgüt lafı yıllarca bu ülkede o kadar kötü anlamda kullanıldı ki… Örgüt, örgüt evi, örgüt, örgüütt… Çok güzel bir Türkçe kelimedir örgüt ve finalde örgüt, böyle bir grup karanlık yüzün bir odaya kapanarak… Bilmiyorum artık, kafasında ne kurduysa. Örgüt hayırlı bir şey olmadı, tıpkı komünist lafını faşist lafının karşısına koymaya çalışmaları ama faşistliği de hiç kabul etmemeleri –Onun da kötü bir şey olduğunu hissediyor- komünizmi de sanki öyle bir lafmış gibi kullanmaları... Olmadı ama tutmadı. Örgüt de böyle bir laftır. Örgütlü toplum önemlidir çünkü.

'AL SANA ÖRGÜTLÜ TOPLUM'
Bak, bugün İzmir’in Karşıyaka’sında her apartman bir çocuk okutuyor. Al sana örgütlü toplum. Her apartmanın yöneticisi her daireden eşit miktarda para alıyor, kim olduğu belli sadece belli kişiler tarafından bilinen o öğrenciyi, muhteşem bir organizasyonla okuma parası veriliyor. Daha büyük ölçeklilerinden de bahsedebiliriz. Mesela ödenekli tiyatrolar, devlet hastaneleri, devlet okulları. Ne kadar örgütlü olduklarını düşünsene. Tabii ki idealinden bahsediyorum, olması gerekenden. Güveniyorsun ve çocuğunu okula gönderiyorsun, okuldaki öğretmene, ona doğru şeyler öğreteceğine. Hastalanınca hastaneye gidiyorsun, seni yaşatacaklarına güveniyorsun.

İlerleyen zamanda oralara da gelecektim ama siz girince soruyu öne alayım dedim. Devlet okullarından bahsettiniz, bir çocuğun okutulması dediniz, aklıma malum süreç geldi. Karaman’daki Ensar Vakfı’na bağlı tarikat evlerinde çocuklara cinsel saldırı olayı ve ardından yaşananlardan bahsediyorum. Örgütlü toplumla tarikat evleri arasındaki karşıtlık hususunda ne düşünüyorsunuz?

Bu bağımsız bir örgütlenme, bir vakıf örgütlenmesi. Bunlar da bir tür örgüt ama Karaman İmam Hatip Mezunları Derneği’nin örgütlenerek köyden gelen çocuklara medrese eğitimi vermek istemesi, kendi içinde belli bir görüşe göre mücahitler yetiştiriyor olması sana göre makbul bir örgütlenme olmayabilir. Ancak, sıkıntı şuradan kaynaklı. Anayasal olarak, ilkokul yaşındaki çocukların bu tarz yapıların bir parçası olması mümkün değildir, normal de değildir. Burada öyle bir yapı yaratılıyor ki, “Siz imam hatiplere karşısınız” dendiği zaman bütün bu olayları görmek yerine, olayların peşinden giden insanları imam hatip karşıtı olarak görmeye meyilli bir güruh var karşımızda. Bu korkunç bir şey işte. Burada bizim adalete ihtiyacımız var. Adaletin olmadığı, tuzun koktuğu bir toplumda, bizlerin namuslu örgütlenmelere ihtiyacımız var. Bugün o çocukların hakkını savunan birçok sosyalist var ülkede. Zaten, neredeyse sadece sosyalistler savundu çocukların haklarını. Olaya buradan bakmak lazım. Bu çocukların anneleri, o dernek, bugün rejimini bize zorla dayatmaya çalışan yapının bir parçası olmaktan gurur duyuyor. Bu çocukların avukatı Ensar Vakfı’nın da avukatı. Aileler çok çaresiz demektir bu.

NE YAPTI JAN VALJEAN?

Biz hep çaresiz bir kişiden bilinç bekliyoruz. Bu ise, aç birinden ahlak beklemeye benziyor. Ne yaptı Jan Valjean? Hasta olan, aç olan yeğeni için bir somun ekmek çaldı. “Bakkaldan ekmek çalmak ayıptır ama süpermarketten değildir” derler, bilirsin. Bir tarafta 40 kişinin oturduğu bir yerde 100 tane ekmek yapmış bir fırın var ve akşam, ekmek kapalı kepenk arkasında bekliyor. Bir tarafta da o ekmeğe parası olmayan ama ihtiyacı olan, muhtaç kalmış biri var. Örgüt dediğin –devlet de bir örgüttür- devlet dediğin bir yapı, insanları bu kadar çaresiz bırakamaz. Burada devlet bir kurnazlık yapıyor. Aslında kurnazlığı kendini devlet sanan hükümet yapıyor. Diyor ki, “Bu insanları hükümete bağla. Onlar o hükümeti yaşatsın. Hükümet yaşasın ki devlet de yaşasın”. Aslında devletin yapması gerekeni, kendini devlet sanan hükümet yapıyor ve o hükümetin beslediği insanlar o hükümeti beslemeye devam ediyor. Kota uygulamışlar mahallelere, senin bireysel olarak oyunu atman yetmiyor. “Bu mahalleden yüzde 60 oy bekliyoruz” diyorlar, kotaları var. Mahalle yüzde 60’ı yakalayamazsa hiçbir şey yok, üstüne çıkarsa erzak, aylık bağlanması gibi türlü türlü –tırnak içinde- yardımı yapıyorlar.

VAKIFLAR 'PARA AKLAMA ARACI' OLDU
Şimdi, zenginler vergilerini veriyorlar. Bu vergilerin çok küçük bir kısmı halka dağıtılıyor, bir tür Robin Hood’luk. Ancak bu halka ait olan araziler bir takım düzen savunucularına peşkeş çekiliyor. Üzerinden yüzdeler alınıyor. Bu yüzdelerle akıl almaz paralar yurtdışına kaçırılıyor ve aklanıp tekrar Türkiye’ye getiriliyor vakıflar tarafından. Vakıflar bu şekilde bir para aklama aracı olmuş durumda. Biz de bunun adına sistem diyoruz.

Bak, kullandığımız Twitter’da rüşvet belgeleri yayınlanıyor bu ülkede. Twitter yahu! 12 yaşında çocuğun da girebildiği, hesap açabildiği Twitter’da, sosyal medyada bunların belgeleri yayınlanıyor. 75’er 75’er milyon dolar götürmüşler, isimler gayet açık, mühürler gayet açık, paranın gittiği bankalar gayet açık. Bunlara da gerek yok, gir bak, tapeler var. Herkese açık bir şekilde, bir ülkenin en üst düzey yöneticilerinin içinde bulunduğu korkunç bir düzen görüyorsun. Evdeki paraların sıfırlanıp sıfırlanmadığını çocuğuna soran biri, bunları duyduk ve bunlar hala internette duruyor. Bunların hiçbirini tırnak içinde Türk adaleti dediğimiz sistem sorgulayamıyor. Niye? Çünkü hırsızlık, yolsuzluk, cinayet mahkemede değil sandıkta aklanmaya çalışılıyor yani belli bir para karşılığında oylarını veren insanlar tarafından.

Şehir Tiyatroları’ndan atılma sürecini sizinle beraber takip ettik ama sonrasını çok konuşamadık. Yeni bir yol çizmeniz gerekiyordu. Nasıl belirlediniz bu yeni yolu, belirlerken nerelere odaklandınız, nasıl tercihler yaptınız?

Bu şehirde yaşayan herkesin, benim tanınırlığımda bir aktörden 5 liraya bir dünya klasiği, bir Shakespare izleyebilme hakkı var. Ben o yüzden duruyorum Şehir Tiyatroları’nda. Bugüne kadar bu yüzden durdum. Çünkü bazı şeyler lafta olmaz. Yani, gidip nerede sabah orada akşam yaşayıp da, paraya tamah edip de, işini hakkıyla yapmayıp da etrafta sosyalistim diye caka satmaya benzemez bu. Sosyalizm bir yaşam biçimi aynı zamanda benim için. Gerçekten inandığım bir şey. Ben insanların sadece insan oldukları için değerli olduklarını düşünen biriyim. Kendilerine sonradan ve dışarıdan takılmış madalyaların, dininin, dilinin, ırkının, mezhebinin hiçbir önemi olmadığını düşünen biriyim. İnsanlığı bir araya sadece insanlığın getireceğini ön görüyorum.

“Biz efendim, şu yüzden bir araya geldik” dediği halde sorgusuz sualsiz bir araya gelen insanların sağlıklı bir birliktelik kuramayacağını düşünüyorum. Bu Afrika’nın yerli kabilelerindeki durum gibi değil ki. Ama ideali o. Yani herkesin toplum içerisinde belli görevlerinin olduğu ve bu görevleri hakkıyla yerine getirmezse toplumun bir ayağının kırılacağı bir sistem. Nasıl ki biz, evreni algılayabilmek için ilk olarak mikroskoptan baktık, ilk önce en küçüğü algılamaya çalışıyoruz ki evreni anlayabilelim. O zaman en küçük aile yapılarına bakacağız ki sosyolojiyi anlayalım. Evin içinde bir düzen vardır, herkesin bir görevi vardır; toplum da böyledir, toplumlar da böyle olmalıdır. Nasıl bir çıkar yok buldum kendime? Özel tiyatro yapıyorum, tabii ki yaşamak için.

TEK DEĞİŞEN SEYİRCİ İÇİN...

Yine mesleğimi yapıyorum, aslında değişen hiçbir şey yok o kısımda. Tek değişen şey, benim için değil, seyirci için. Beni 5 liraya izliyorlardı, şimdi 50 liraya izliyorlar. Ben bundan memnun muyum? Gönendiğim zamanlar oluyor ama maddi olarak değil manevi olarak. Ancak bunu Kağıthane’de, Ümraniye’de, Gaziosmanpaşa’da, haftalığından artırarak tiyatroya gelen çocuklara büyük haksızlık olarak görüyorum. Onu  gerçekten çok seven, oyunları izledikçe kafası açılan, dünyaya bakışı güzelleşen… Bunun ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünsene, “Gaziosmanpaşa’da, o sahnede Levent Üzümcü’yü izledik.” Kendimi yukarılarda bir yerlere koyduğum için söylemiyorum bunu. Tanınırlık, bu bizim işimizin bir getirisidir.

Avrupa Yakası dizisinden bile hatırlayabilir insanlar…

Zaten oradan biliyor çoğu. Bunun tiyatroya katkısını bir düşün. Televizyonda izlediği bir elemanın sahne üzerinde, kendisine 5 metre uzakta, canlı kanlı oynamasının yaratacağı etkiyi, onun söyleyeceği sözlerin önemini düşün. Bu bir görevdir, bizim meslek bu yüzden vardır ya da ben böyle olduğunu düşünüyorum. Şimdi, beni Şehir Tiyatroları’ndan atmak bana verilen bir ceza mı, seyirciye verilen bir ceza mı?

Ülke her geçen gün yeni bir skandala uyanıyor. Karaman’daki cinsel saldırı olayının ardından binlerce benzer olay haber oldu. Bunu az önce de değerlendirdik. Bir de Metro Turizm’deki olay… Düşüncelerinizi almak isterim..

Ahlaken çöküntüye uğradığı ileri sürülen Avrupa ülkelerinde böyle şeyler yaşanmaz. Çünkü insanlar hayatı, cinselliği üçüncü sınıf pornolardan öğrenmezler. Bu arkadaş, elini tutabileceği, gözünün içine bakabileceği, sağlıklı ve normal bir ilişki yaşayabileceği bir insandan uzak olduğu için bu hale gelir. Sapkın durumlar dünyanın her yerinde vardır. Fakat bir otobüsteki muavinin böylesine aşağılık bir şey yapması eşi benzeri olan bir şey değildir herhalde. Bunlar, bu toplumların çürümüşlüğüyle çok alakalı.

Olayı ilk duyduğunuzda “böyle bir şey gerçekten olmuş mudur” diye düşündünüz mü?

Hayır hayır, hiç düşünmedim böyle bir şey. Net olmuştur böyle bir şey. Yani “Bu adamlar rejimini bize zorla dayatmaya çalışan partinin destekçisi, onlara bir saldırı mı var” diye de hiç düşünmedim. “Olur bu” diyorsun. Böylesine tevessüh etmiş sosyal yapıda “olur bu” diyorsun. Bursa’nın bir ilçesinde, bir arabayı durduruyor polis, kaza olmuş. Şoför sarhoş ve ehliyeti yok. Çıkınca “Ben bu partinin bilmemne ilçe üyesiyim” dedi. Şimdi, o parti kınayabilir ama ona bunu söyleme cesareti veren şey o partinin kendi politikası değil mi zaten? “Bunu yapanlar bizden olamaz” lafı var ya… Bunu yapanlar Müslüman olamaz, bunu yapanlar ülkücü olamaz, bunu yapanlar solcu olamaz, şuncu olamaz, buncu olamaz diye herkes çıkıp bir ahkam keser. Bizler, elimizdeki malzemeyi bilmediğimiz için böyle şeyler yaşıyoruz. Malzeme un, yağ, şeker ama biz bundan Adana kebap yamaya çalışıyoruz. Gerçekten şunun doğru olduğuna inanıyorum. İngiltere’de, Thames nehri üzerinde birçok köprü var. Bu köprülerden sadece bir tanesi kadınlar tarafından yapılmış, İkinci Dünya Savaşı sırasında. O nehir üzerindeki köprülerin sadece bir tanesi bütçesini aşmadan ve düşünülen zamanı içinde yapılmış, o köprü. Kas gücüne dayalı bir gelenekten geliyor insanoğlu, ona evrilmiş bir gelenekten. Avcılık-toplayıcılıkta her zaman avlayan üste çıkmış ama bu süreçte hep kadının daha hakim olduğu bir toplum var. Fakat semavi dinlerle birlikte kadın ikinci sınıf olduğuna inandırılmış. “Cennet analarımızın ayakları altındadır” diyenler kendi analarını, eşlerini ayakları altına almışlar. Bu kadın-erkek eşitliğinin yok edilmesiyle ilgili pek çok sorunla uğraşıyoruz ama iyiye gidecektir dünya. Son 100 yıldır kadın çalışıyor modern hayatta. Modernleşen hayatta kadına da yer var. Kadın zaten çalışıyordu, hiç durmadı ki. Zaten hep kadın çalıştı. Fakat öyle bir noktaya gelindi ki, kadın ilk defa kapitalle de bağlantıya geçti. Evde, tarlada yalnız başına çalışana kadınlar yok sadece. Dışarıda, hayatın içinde, kapitalle bağlantılı ve örgütlenmeye çok müsait kadınlar var. Biz bu çığırın çok daha başındayız.

Sosyal medyayı sıklıkla kullanıyorsunuz. Burayı bir kanal olarak gördüğünüzü düşünüyorum. Nasıl bir anlam ifade ediyor sizin için sosyal medya?

Bir tür kendimle söyleşi veya kendimi ifade etme aracı gibi aslında. Not düşmek falan gibi dertlerim yok çok fazla, çünkü orası günlük gibi bir şey değil. Ben en azından öyle kullanmıyorum. Mesela yeni paylaşılmış kan ihtiyacı duyurularını paylaşıyorum. Hiç şunu sorarlar mı insanlar kendilerine, “Bu adam, kan anonslarını kana ihtiyacı olan insanın hangi siyasi görüşten olduğuna bakıp da yayınlıyor mu?” Ne kadar acayip. Ben bunca yıldır tiyatro yapıyorum. Bunca yıl, hiç gişede kılık kıyafet sorgusu yapmadım. Bugün Türkiye’de siyasi düşüncesini beğenmediği için karşısındakinin ölmesini isteyen insanların festivali yaşanıyor. Ben hiç kimsenin ölmesini istemiyorum, üstüne basarak söylüyorum. Herkesin yaptığı iyiliğin de, kötülüğün de hesabını vererek ölmesini istiyorum. Türlü türlü vesilelerle, Gezi’de hayatını kaybetmiş çocukların aileleriyle bir araya geliyorum. Öyle bir acı yerleştirdiler ki o ailelerin yüreklerine. Bunu yapanlar huzur bulmasın ama görelim bunu bu dünyada.

Kitaba geri dönersek. Geri dönüşleri merak ediyorum. Boyun Eğme’ye ilk tepkiler nasıl oldu?

Tepkiler gayet iyi. Umduğum sayının çok üzerinde satıyor. Bu demektir ki umduğumdan daha fazla insana hitap ediyor. İnsanlara “okuyup bir yere bırakın kitabı” diyorum, başkaları da okusun. Onlar da bir yerlere bırakıyorlar. Bu çok özel bir şey benim için. Görüşlerimin, ne kadar çok insana ulaşırsa o derece etkili olacağını düşünüyorum.

Genellikle, çok kolay okunduğunu, çok önemli bilgileri çok sade bir biçimde verdiğini söylüyor insanlar. Dünyayı, ülkeyi, sanatı anlatıyor, insanı anlatıyor, bunların politikayla ilişkisini anlatıyor, film öneriyor, kitap öneriyor; tam bir külliyat gibi yani. Roman da değil, aslında son 3 yıla ait fikir yazıları bunlar. Şehir Tiyatroları meselesinde, savunma dilekçem var mesela. Burada atılma sürecinin hukuki boyutunu anlatıyorum, ne kadar büyük bir hukuksuzlukla atıldığımı. Yani delil diye sundukları şeyler gizli saklı şeyler değil ki. Kopya cd’ler, 1997 yılında yazdığımı iddia ettikleri ama 2002 model Word dosyaları değil yani. Başka bir şeyler var burada. Sosyalist Enternasyonel’de yaptığım konuşma diyorlar. Bu konuşma gizli değil ki, her yerde var. İleri tutarı yok, usulde hatası var, esasta hatası var. Ben de şimdi adalet diyorum.

Bir yandan tiyatro çalışmaları da devam ediyor, “Anlatılan Senin Hikayendir” mesela. Nasıl gidiyor işler? Bir de, yazınsal alana dair yeni planlarınız var mı?

Az önce anlattığım kitap üzerine hala çalışıyorum. Tiyatro iyi gidiyor. Dolaşıyoruz kıyıyı ama pek çok yerde sahne bulamıyoruz. Sahne vermiyorlar.  Oradaki sahnelerin bir belediyede, biri valilikte; vermiyor adamlar. Abuk subuk gerekçeler sunuyorlar, doluyuz, tadilat. Tarihi verip geri alan var. İzmir’deki üniversitelerden birinde rektörlük seçimleri varmış. İzmir Konak AKM onlara bağlı. “O tarih doluymuş” diyerek, verdikleri tarihi geri aldılar. O tarihte orada hiçbir şey yoktu. İzmir burası bir de. O an ki rektör ya da adayları koltuğuna zeval gelmesin diye ve İzmir’i, Ege’yi anlattığım bir oyuna izin vermiyor.

Mesela bir yapımcı, bir sosyal sorumluluk projesinde yer almamı istiyor, ücretsiz olarak. Ben de bir aidiyet duygusuyla o işin içinde yer alacağımı taahhüt ediyorum. Tarihler bile belirleniyor. Sonra bir telefon, “iş askıya alındı” diyorlar. Bakıyorum ki, 2-3 gün önce işin prömiyeri yapılmış.