Okuma zorlukları

Okumak ve okuduğunu anlamak başlı başına bir eylemdir. Bir metni okurken karşılaştığımız bir düşünce ya da önermeyi, konuya ilişkin belleğimizle bir bağlantı kurabildiğimiz zaman anlayabiliriz. Okuduğumuz metne ilişkin kafamızda bir önbilgi en azından, okuduğumuz metnin bize hatırlattığı, zihnimizin dehlizlerinde bulup eklemleneceği bir şeyler yoksa hiçbir şey anlayamayız. Zira bir metni anlamak onu yorumlamak demektir. Hakkında hiçbir fikre sahip olmadığımız bir nesneyi de yorumlayamayız. Aynı şekilde, ilk kez karşılaştığımız bir düşünce/fikir ya da önermeyi kafadan bir şeyler uydurmadan, konunun sınırları içinde kalarak yorumlamakta zorluk çekeriz. Çünkü sınırları bize yabancıdır. Sınırlarını hiçbir şekilde algılayamadığımız, hakkında edinilmiş hiçbir fikre sahip olmadığımız bir düşünceyi anlama ve yorumlama çabası bizi sınırsız saçmalamaya götürür.

Mesela benim zerre kadar futbol kültürüm yoktur. Bu yüzden, bir maç analizini okumaya kalksam hiçbir şey anlayamam. Futbolun kurallarını ve sınırlarını bilmediğim için, sahada cereyan eden olayı anlamaya çalışırken belleğimde başvurabileceğim şey “piyadenin sahrada muharebe usulleri” gibi bilgiler olabilir ancak ve yorum yaparken muazzam ölçülerde saçmalayabilir, futbolun tekniğini ve kurallarını bilen birini güldürebilirim.

Eski önyargıların yerini hızla yenilerinin aldığı, tarihin çok hızlı akmaya başladığı dönemlerde bu okuma işi çok daha zordur. Böyle dönemlerde yazılan her kitap, öne sürülen her tez, hatta makale hem çok yenidir, hem de ortaya çıktıktan sonra büyük bir hızla eskir.

Başta söylediğim şeyin tam tersi de olabilir. Okunan metnin içeriği, konuya ilişkin önceden var olan bilgiyle eklemlenecek yerde, önceden var olan bilgi metnin içeriğiyle ilgili bir algı bozukluğu yaratabilir. Tarihin hızlı aktığı dönemlerde insan zihni tutunacak bir dal arar, eski ve yeni bütün önyargılar hızla pekişir ve kemikleşir. Daha önceleri “heretik” denemeler yapan düşünce sistemleri, tehlike karşısında Ortodoks kesilir. Herkes evine döner, kapıyı bacayı tahkim eder, bahçeyi mayınlar, dama çıkıp çevreyi tarassut etmeye başlar.

Böyle bir ortam oluştuğu zaman, siyasetle uğraşan kişinin yapabileceği en büyük hata “insanlar neden benim yazdıklarımı algılamıyorlar, neden kimse beni anlamıyor,” diye yakınmaktır. Bu türden yakınmaların çoğalması safların sıklaştığını, siyasetin geniş alanında “uzlaşmaz çelişkiler”in arttığını gösterir. Kimse bizi anlamak mecburiyetinde değildir. Biz kendimizi anlatamıyor da değilizdir. Aynı hedefe (mesela AKP’yi yenilgiye uğratmak) sahip olanların aynı yerde bu pervasız gerici ve işbirlikçi siyasetlerin, fırsatçı hamlelerin bir tür “demokrasi”ye götüreceğine inananların başka yerlerde cepheleşmeleri kaçınılmazdır. Hareketlenen kitlelerin ve farklı odakların ince nüansları bizim gibi/bizim kadar anlamalarını beklemek hayaldir.
Tarihin hızlandığı, safların belirlendiği, uzlaşmazlığın arttığı dönemlerde en büyük hata, tıpkı 1928 yılında Almanya’daki sosyalist grupların yaptığı gibi, siyaset adına insanların gerçek düşüncelerini gizleyerek sürü davranışı göstermeleri, açık konuşmamaları ve deneysel davranmalarıdır. Yakın tehlike, uzak hedefleri savunma biçimini değiştirmeyi, en yakın olasılıklar üzerinde yoğunlaşmayı gerektirir. “İnsanlık ancak önüne çıkan sorunları çözer.”