Bir hoca, bir dost, bir yoldaş Prof. Dr. Aziz Konukman için hazırlanan Türkiye Ekonomisinin Serencamı başlıklı kapsamlı bir kitabı dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Emeğin dostu Aziz Konukman’a armağan: 'Türkiye Ekonomisinin Serencamı'
Serdar Şahinkaya
Yeni yılın ilk yazısında bir hoca, bir dost, bir yoldaş Prof. Dr. Aziz Konukman için hazırlanan ve kendisine geçtiğimiz yılın son haftasında yakışıklı bir törenle takdim edilen Türkiye Ekonomisinin Serencamı başlıklı kapsamlı bir kitabı dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Sevgili Aziz Konukman öncelikle, editör dostlarımızın önsözde yazdıkları gibi “hocaların hocası sıfatını hak eden, anlattıkları, öğrettikleri ve vurguladıklarıyla kamucu iktisadı önceleyen ve ülkemizin en önemli iktisatçıları arasında yer alan bir bilim insanıdır”. Özellikle son 45 yıldır yurttaşların beynini muhallebiye çeviren, insan zayiatı yüksek neoliberal modelin ülkemize etkileri hakkındaki vurguları ve bunu kendine has teatral üslubuyla gittiği her toplantıda, kongrede, konferansta ve televizyon - radyo programlarında dile getirmesi, bazı kavramların bizim iktisat dilimize yerleşmesinde büyük katkısı olmuştur.
Aziz Konukman hocamı her dinleyişimde ünlü İtalya komünisti Christian Marazzi ve dilimize de çevrilmiş Sermaye ve Dil isimli kitabı gelir. Aziz hoca, Marazzi’nin önerdiği gibi egemen iktisat ideolojisi ve sermayenin diline karşı emeğin diliyle mücadele eder.
Kitabın genç editörleri; Artvin Çoruh Üniversitesi’nden Doç. Dr. Orhan Şimşek, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Arif Eren ve Artvin Çoruh Üniversitesi’nden Araştırma Görevlisi Mert Şakı gerçekten onca akademik yükleri arasında yirmi beş ayrı bilim insanının yirmi makalesini tedarik ederek bir araya getirip ülkemizde sosyal bilimler alanındaki çölleşmeye meydan okurcasına bir çaba ile 461 sayfalık yapıtı ortaya çıkarmışlar, kendilerini yürekten kutluyorum.
Ancak bir konuda da eleştirimi not etmek istiyorum. Eleştirim kitabın kapağı ile ilgili. Efendim bir kişiye “armağan” çıkarıyorsanız (tematik olsa da) armağan çıkardığınız kişinin fotoğrafı mutlaka ön kapakta yer almalıdır. Bu konu gelenek olarak tartışmaya kapalıdır. Oysa bu kitapta sevgili Aziz Hocamızın fotoğrafı arka kapağa basılmıştır.
Bir de kitabın isminde yer alan “serencam” kelimesinin kapağa yansıyışı ile bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. TDK’nın sözlük sitesinde serencam; bir olayın, işin sonu ve akıbet olarak yer alıyor. O zaman soruyorum, ön kapaktaki oldukça amatör grafik ve liranın işareti olan görselin serencam ile ne ilgisi var? Umarım kitap ikinci baskı yaparsa bu eleştirim dikkate alınır.
Kitapta, editörlerin önsözünü takiben Aziz Konukman’ın kısaltılmış öz geçmişi yer alıyor.
Armağandaki ilkyazı Marksist iktisadi düşüncenin ülkemizdeki efsane ismi Prof. Dr. Korkut Boratav’a ait. “Öğrencim, Meslektaşım, Dostum, Tanıdığım Aziz Konukman” başlıklı yazıyı Korkut Hoca şu cümle ile bitiriyor: “Devam et, sevgili Aziz. Başım sıkışınca bana da çok şey öğrettin. Hepimizin sana ihtiyacı sürecektir”.
Kitapta, editörlerin önsözünü takiben Aziz Konukman’ın kısaltılmış öz geçmişi yer alıyor.
Armağandaki ilkyazı Marksist iktisadi düşüncenin ülkemizdeki efsane ismi Prof. Dr. Korkut Boratav’a ait. “Öğrencim, Meslektaşım, Dostum, Tanıdığım Aziz Konukman” başlıklı yazıyı Korkut Hoca şu cümle ile bitiriyor: “Devam et, sevgili Aziz. Başım sıkışınca bana da çok şey öğrettin. Hepimizin sana ihtiyacı sürecektir”.
Serdar Şahinkaya tarafından hazırlanmış: “Cumhuriyet İktisadının Halkçı – Kamucu- Devletçi Taşıyıcı Kolonları ve Günümüze Dair Kimi Tespitler” başlıklı ikinci makalenin son sözü şöyledir: “Türkiye Devleti, Kamucu - Kalkınmacı – Halkçı Devlet niteliğini yeniden kazanmalı, reel sektörün yapısını çağa uygun iyileştirmelerle geliştirmek, tüm sektörler çapında emek üretkenliğini artırmak ve buna paralel bölüşümü adaletli hale getirmek için planlamayı yeni bir anlayışla merkeze koymalıdır. 1923 Cumhuriyeti kurulurken ilki laiklik olan bir takım ‘mecburiyetlerden’ hareket etmişti. Şimdi de bir yeni bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik hareketi yaratmak mecburiyetindeyiz. Bu yeni bir Cumhuriyet için mücadele demektir. Evet, şimdi yeni ve devrimci bir Cumhuriyete her zamankinden çok ihtiyacımız var. Öyleyse Yaşasın Cumhuriyet…”
Orhan Şimşek ve Güneş Kurtuluş’un ortak emeği olan “Milli İktisat, Cumhuriyet ve Kalkınma: 1923 – 1929 Dönemine İlişkin Bir Değerlendirme”, Armağan’daki üçüncü makale. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren iktisadi bağımsızlık ve hızlı kalkınma amacıyla hareket eden yönetim, bu bağlamda milli bir sermaye sınıfı oluşturma arzusundaydı. Şimşek ve Kurtuluş’un makalelerinin temel vurgusu; “Milli bir sermaye sınıfı oluşturma çabaları, özel kesime dayalı bir ekonomi düşüncesi çağrıştırsa da, devlet her zaman ekonomide aktif olarak yer almıştır. Devlet müdahalesi, 1923’ten büyük buhrana kadar olan süreçte, devletçilik dönemi olarak nitelendirilen 1930-1938 döneminden daha az yer almış olsa da bu iki dönem bir sürekliliği ifade eder. İttihat ve Terakki’den süre gelen ve İzmir İktisat Kongresi (bana göre Türkiye İktisat Kongresi. Serdar Şahinkaya) ile pekişen milli iktisat anlayışı bu on beş yıl boyunca varlığını sürdürmüştür”.
Ferhat Akyüz - T. Sabri Öncü’nün birlikte hazırladıkları “Tahsilatla Harcama mı, Taahhütle Harcama mı?” yazısı 1923 – 1929 dönemine odaklanıyor. Özet tespitleri; “Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Modern Para Teorisi’nin temel önermesinin geçerliliği söz konusu olmasa da hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin yalnızca toplanan vergiler ve borçlarla yetinmeyip harcama yoluyla para yarattıkları da açık” olduğu hususudur.
Sinan Sönmez’in “Sermaye Birikim Rejiminde Dönemeçler: İç ve Dış Devingenliğim Etkisi” makalesi, Armağan’da yer alan beşinci çalışma. Sinan Hocanın bulgularını özetlersek; “Yeni yüzyılda Türkiye’nin çekilecek fotoğrafında sistemin ana özellikleri olarak iktidar ile organik bağlantılar içinde sınırsız avantaj sağlayan şirketler dünyasında oluşturulan rant ekonomisi, bu bağlamda bir tür ‘ahbap çavuş’ kapitalizmi ve klientelizm, buna karşın giderek bozulan gelir bölüşümü ve hızla yoksullaşan halk, istikrardan uzak bir ekonomik düzen, giderek çürüyen bir toplumsal doku, işlevlerinden uzaklaşmış güvenilmez kurumsal yapılar ön planda yer almaktadır. Türkiye’de neoliberal düzenin egemen kılınması sürecinde İslamcı düşünce ve politikaların neoliberalizm ile bir tür sentez gerçekleştirdiğini de mutlaka not düşmek gerekiyor. Mevcut siyasal yönetimin dinsel söylem ve uygulama odaklı neoliberal politikaların yoğunluğunu artırdığı ve kapsamını hızla genişlettiği biliniyor. Söz konusu politikalara emekçi kesimler ile alt ve orta-alt gelir grupları ve bağlantılı sosyal katmanların yeterli tepki göstermemesi amacıyla da din –istismarı etkin bir araç olarak kullanıldı ve kullanılıyor. Siyasal yönetimin kurdurmuş olduğu veya yandaşların yönetime geldiği işçi ve memur sendikalarının katalizör rolünü üstlenmesi, neoliberal politikaların uygulanmasını olanaklı kılan diğer önemli etken olmuştur”.
Altıncı makale Müslüme Narin Hocamın. “Hanımın Çiftliği Üçlemesinden Demokrat Parti Dönemi Türkiye Ekonomisine Bakış”. Yazının kıymetli ve ilginç tespitleri var; “Orhan Kemal’in “Hanımın Çiftliği roman üçlemesinde”, CHP karşısında DP’nin güçlenmeye başladığı ve DP’nin 1950 yılında seçimleri kazanarak iktidar olduğu dönem anlatılmıştır. Her üç romana da DP döneminin Çukurova’da yaşanan politik çekişmeler, hesaplaşmalar, çıkarların yansıtıldığı görülmüştür. Orhan Kemal bu üç romanında, kişisel politik bakış açısını dile getirmiştir. Romanlarda CHP ve DP’ye yönelik eleştiriler yer almıştır. Bu eleştiriler, servetini korumak ve servetini daha da artırmak amacıyla yıllarca sırtını CHP’ye dayamış olan Muzaffer Bey’in çıkarları uğruna saf değiştirerek DP’li olması ile yansıtılmıştır. Buradan Orhan Kemal, servet ile siyaset arasındaki bağı, Muzaffer Bey karakteri üzerinden anlatmıştır. Özellikle ağaların gözünde ideoloji, parti gibi olguların çıkar uğruna kolayca vazgeçebilecekleri bir kavram olduğunun altını çizmiştir”.
Fahriye Öztürk – İbrahim Tokatlıoğlu’nun ortaklaşa emeği; “Türkiye’de Sanayileşmenin Birinci Yüzyılı” na değinmektedir. Çalışmanın bulguları; “İstatistikî göstergeler Türkiye’nin 100 yıllık sanayileşme süreci sonunda ciddi bir yol kat ettiğini göstermektedir. Ancak sanayileşme yolunda katedilen bu mesafe Türkiye’nin ihtiyacı olan sanayileşme düzeyinden hala uzaktır. İstenilen sanayileşme düzeyine ulaşmak için daha atılması gereken adımlar vardır. Gelinen noktada Türkiye’nin yapısal reformlarla desteklenmiş aktif sanayileşme politikalarına ihtiyaç vardır. Üstelik Türkiye’nin makro-iktisadi politikalarının da aktif sanayileşme politikalarına destek verecek yapıya kavuşturulması önem taşımaktadır. Türkiye’de yaygın olarak uzun dönemli stratejiler kısa dönemli taktiksel politikalara yenik düşmektedir. Diğer bir ifade ile sanayileşme için gerekli uzun dönemli stratejiler kısa dönemli politika gündem yoğunluğunda ihmal edilmektedir” şeklinde özetlenebilir.
Serdal Bahçe Hocamın makalesi, “Cumhuriyet’in Yoksullukla İmtihanı”. Serdal Hocanın kritik tespitleri ise; “Kısacası yoksulluk ve yoksunluk Türkiye işçi sınıfı açısından hem oluş hem de varoluş şartlarını yaratmıştır. Yoksullukla mücadele ise aslında Cumhuriyet tarihinin çok yakın dönemlerine kadar sistematik ve kurumsal olmaktan uzaktı. Başlarda kamunun dolaylı inisiyatifine ve daha çok bireysel hayırseverliğe dayanan derme çatma mekanizmalarla yürütüldü mücadele. Ancak yoksulluk kitleselleşince kapsamı daha geniş, ancak hâlihazırda kamusallıktan uzak yöntemlere başvuruldu. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ilk ciddi kurumsal adımlar geldi ancak bunlar pek tabi ki çok etkisizdiler. 1960’lar ve 1970’lerde ise yoksullukla mücadele genel sınıfsal savaşımın bir parçası olarak kabul edildiği için daha çok mevzi kazanıldı ancak tüm bu mevziler 1980 sonrasında yok edildi. Yeni liberal dönemde kamusal sosyal güvenlik sistemi budanmaya başlandı. Onun yerini cemiyet ve bireysel inisiyatif merkezli garip bir sistem aldı. Yeni liberal refah rejimi Türkiye’de yoksullukla mücadeleyi çalışan ve yoksul kitleleri sermayenin toplumsal projesine angaje etmenin yolu olarak kullanılageldi” şeklindedir.
“Sanayisizleşme ve Dışa Bağımlılık Kıskacında Türkiye (2003 – 2023)” araştırması A. Erinç Yeldan Hocamın. Dr. Yeldan’ın tespitleri de; “Sonuç olarak, finansal küreselleşmeye sadakat ulusal ekonominin içine sürüklendiği dışa bağımlılık tehdidini derinleştirmekte ve Türk sanayisini yurt dışından ara malı ithalatının tahribatına karşı savunmasız kılmaktadır. Ulusal sanayi, artık yurt dışından ithalat yapabildiği ölçüde üretim yapabilen; ithalat olanakları kısıtlandığında ise daralan, bağımlı bir yapı görünümündedir. Sanayinin dışa bağımlı yapısının yaratmakta olduğu en şiddetli tahribat, ulusal sanayide dikey ve yatay ara malı–girdi/çıktı teknolojik bağlantılarının kopartılması ve sanayinin ekonominin diğer kesimleriyle olan ekonomik etkileşiminin engellemesidir. Dolayısıyla, cari açığa neden olan ithalat bağımlılığı sadece ileriye dönük bir istikrar konusundan ibaret değil, doğrudan doğruya güncel bir sanayileşme stratejisi sorunu olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye 1990 sonrasında sermaye hareketlerinde yaşanan bolluğu iyi idare edememiş ve döviz kurundaki aşırı ucuzlamanın yarattığı çarpıklıkları aşamamıştı. Günümüzde ise kredi maiyetlerinin reel olarak sıfırlandığı bir konjonktürün “doğru” idare edilmesi ve gelirlerin ithal tüketime değil; sabit sermaye yatırımlarına yöneltilmesi 21. yüzyılın en ciddi makroekonomi politikası olarak karşımızda durmaktadır” biçimindedir.
Onuncu makale, Özgür Orhangazi’nin – “Sermayenin İki Programı: 2021 – 2024 Dönemi Üzerine Gözlem ve Tespitler”. Özgür Hoca’ nın araştırması; “Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyon biçimlerini sorgulayan, planlı, dengeli ve eşitlikçi bir büyüme perspektifine yönelik politikaların geliştirilmesi ve geniş destek bulması için bir süre daha bekleyecek gibi görünüyoruz. Orta ve uzun vadede dış sermaye girişlerine olan bağımlılık, yüksek ithalat oranları, sanayide düşük verimlilik, düşük teknolojili emek yoğun üretim, tarımsal üretimdeki gerileme, gelir ve varlık eşitsizliği, yoksulluk gibi sorunları ele alan bir politika çerçevesinin ortaya çıkma olasılığı şu an için ufukta görünmemektedir. Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten mevcut programlara alternatif olarak, yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana ve eşitlikçi ekonomi politikalarının tasarlanıp uygulanması mümkündür. Ancak bunun gerçekleşmesi için, bu politikaları talep eden ve destekleyen güçlü bir toplumsal ve siyasal dinamiğin varlığı gerekmektedir. Dolayısıyla, sorun sadece “rasyonalite” veya “liyakat” değil, aynı zamanda politik güç meselesidir” biçiminde sonuçlanmaktadır”.
Mert Şakı ve Şiir Erkök Yılmaz imecesinin başlığı: “Carî İşlemler Açıkları ve Dış Ticaretimiz”. Temel bulguları; “Türkiye izlenen ekonomik politikalar sonucu özellikle ithalat açısından gerek mallar gerekse ülkeler itibariyle kemikleşmiş bir yapı sergilemektedir. İhraç malları açısından bu kemikleşmiş yapı daha az hissedilir olsa da ülkeler açısından pek bir değişiklik yoktur. Özellikle AB ülkeleri ile birlikte yol aldığımız görülmektedir. Bu nedenle kur hareketleri sermaye giriş/çıkışlarını tetiklemek dışında ihracat/ithalat dengesinde fazla bir etkiye yol açmamaktadır. Komşu ülkelerle ticareti harekete geçiren bir işlevi bile kısıtlı veriler ışığında gözlemlenememiştir. Ancak gerçekçi bir kur politikası izlemek imalat sanayi ihracatındaki dışa bağımlı yapıyı kırmak, en azından aşırıya kaçmasını önlemek açısından gerekli ve zorunlu bir koşuldur. Sermaye girişlerini caydırmayan ancak döviz kurunu olması gereken düzeyden saptırmayacak olan bir kur/faiz dengesi politikasını istikrarlı bir biçimde yönetmenin önemi büyüktür. Beşerî sermaye bakımından donanımlı olmak ve bu donanımı her geçen gün besleyerek artırmak büyüme ile cari işlemler açığı çelişkisini kırmanın tek çıkar yolu olarak karşımızda durmaktadır. Tarım ve hayvancılık, dolayısıyla gıda maddelerinde kendi kendine yeterli olmaktan uzaklaşmanın önümüzdeki yıllarda dış ticaret açıkları ve enflasyon ve cari işlemler dengesi üzerinde olumsuz etkileri olması beklenmelidir”.
Mustafa Durmuş’un yazısının başlığı “Enflasyonla Mücadelede Heterodoks Politikalar”. Tespitleri ise şöyledir: “İktidar bloğunun Haziran’dan itibaren başlayacağını ileri sürdüğü “dezenflasyon” süreci belirsizliklerle doludur. Bu çerçevede, jeopolitik gerilimler ve olası bir ABD ekonomisi durgunluğu durumunda bu programın başarılı olabilmesi ve hedeflendiği gibi TÜFE’nin bu yılsonunda yüzde 38, 2025’te yüzde 14 ve 2026’da yüzde 9 olarak gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Diğer yandan, enflasyonu düşürmeye ve yaşam maliyetindeki artışları önlemeye dönük çok sayıda emekten yana seçenek ve araç mevcuttur. Bu nedenle de bu çalışmada açıklanan tüm seçenekler ve çözümler dikkate alınmalıdır. Ancak, bu seçeneklerin bir kısmının sadece yaraya pansuman niteliğinde olduğu, yani faydalarının sınırlı ve geçici olduğu da unutulmamalıdır. Örneğin fiyat denetimleri kısa vadede etkili gibi görünse de uzun vadede kalıcı bir çözüm oluşturmamaktadır. Bunun yerine, yeni bir kamusallık tanımı altında kamusal mülkiyete (komünal, kooperatif, toplumsal müşterek biçiminde, yerel ve devletçi karmasından oluşan) geçilmesi, ülke ekonomisinin dışa bağımlılıktan kurtarılması, ekonominin demokratikleştirilmesi, demokratik özyönetimci bir planlamaya başvurularak kaynak tahsisinin piyasa fiyat mekanizmasının, dolayısıyla da sermayenin elinden alınması gereklidir. Enflasyonu düşürmenin yanı sıra, eş anlı olarak adil bölüşüme dayalı, etkin/verimli ve doğa ile uyumlu ve toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten bir ekonomik kalkınma ve büyümeyi de gerçekleştirmek şarttır. Bunun için de demokratik bir halk iktidarının inşası gereklidir. Özetle, ülkede gelinen nokta itibarıyla hem siyasal hem de ekonomik alanda yeni bir paradigmaya geçiş yapmanın zamanı gelmiştir”.
“İmalat Sanayiinin İthal Bağımlılığına Ülke ve Ürün Riski Odaklı Bir Yaklaşım: Temel Bağımlılık Göstergeleri ve Kritik Ürünler” çalışması Oktay Küçükkiremitçi’nin. Oktay hocanın kapsamlı kritik bulgularına gelin birlikte göz atalım: “Ülkemizin imalat sanayii önemli ölçüde ithal bağımlılığına sahip olduğundan ithalattaki ürün profili incelenip buna göre ülkede yatırım yapılması/geliştirilmesi gereken ürün/sektör öncelikleri planlanmalıdır. İmalat sanayiini yaratılan katma değer zincirinin mümkün olan en fazla şekilde ülkede kalmasını sağlayacak şekilde girdi tedarikinden ürünün üretilmesi ve satışı/dağıtımı aşamasına kadar bir bütün olarak düşünmek gereklidir. İmalat süreci, fabrikalarda hammadde, ara mamul, enerjinin nereden ve nasıl tedarik edildiğini dikkate almadan sadece işleme faaliyeti ile sınırlı değildir. Üretimde kullanılan tüm girdileri (ara girdi ve katma değer unsurlarının tamamı) ve bunların tedarik yerleri, koşulları, süreçleri, risklerini hesaba katmadan ve sektörlerarası ilişkileri (tarım, hizmetler ve sanayi dahil) önemsemeden imalatı “atomize ve otonom bir fabrikasyon üretim faaliyeti” olarak dikkate almak ve imalat sanayiinin tek ve önemli başarısını “yüksek katma değerli ve yüksek teknolojili ürün satmak” şeklinde düşünerek ülke düzeyinde ve uluslararası piyasalarda sürdürülebilir bir üretim yapısı oluşturulamaz. Sektörlerin birbirleri ve nihai taleple olan bağlantılarını dikkate almayan, ekonomik faaliyetleri bütünleşik yapı içinde değerlendirmeyen, tarım, su ve toprak kullanımı, ulaştırma, emek, çevre, enerji kullanımına, enerji kaynaklarına, sektörün nihai talep yapısına, hammadde ve ara malı tedarik zincirlerine, üretimin (buraya dikkat ihracatın değil, üretimin) ithalata bağımlılığını dikkate almayan herhangi bir sanayi politikası ile üretim yapısında kalıcı ve sürdürülebilir değişim yaratmak mümkün olmayacaktır. Teşvik politikaları ile sadece belirli dönem için ve belirli konularda göreli fiyatlar (finansman maliyeti, yatırım maliyeti, ürün satış fiyatı, girdi fiyatları, işgücü maliyeti vb gibi) değiştirilebilecek, ama teşvik tedbirlerinin sona ermesi ya da etkisini kaybetmesi ile “su akacak ve yolunu bulacaktır”.
On dördüncü makale Bahadır Aydın Hocamın. “Tarımda Dışa Bağımlı mıyız?” gibi kritik bir soru makalesinin başlığı. Makalenin politika önermeleri de aşağıdaki gibi özetlenebilir;
“Tarımsal dış ticarette ikili bir yapı oluşmuş durumdadır. Gıda ve işlenmiş ürünlerde verilen fazla, tarımsal hammadde de verilen açıkları artık karşılamamakta ve genel bir açık ortaya çıkmaktadır. Bu ilişkiyi yukarıda alt gruplarda verdiğimiz tablolar ve sonuçlarda görmek mümkündür.Bu ikili yapı belirtiğimiz gibi 1980’lerde başlayan neo-liberal politikaların bir sonucu olma yanında, dünya ticaretinde uluslararası sermayenin ve uluslararası kuruluşların yönlendirmesi ile belirlenen 3.gıda rejimi ve iş bölümünün bir yansımasıdır. Üçüncü gıda rejiminin egemen güçleri, IMF, Dünya Bankası ve 1990’ların ortasından itibaren Dünya Ticaret Örgütü ile çok uluslu şirketlerdir. Bu iş bölümünde, gelişmiş kapitalist ülkeler sermaye yoğun üretim teknikleri ile tarımsal hammadde ihracatçısı olurken gelişmekte olan ve/veya azgelişmiş ülkeler düşük ücretler aracılığı ile emek yoğun ürün ihracatçısı konuma gelmektedir. TÜİK verileri ile analizini yaptığımız Türkiye’nin tarımsal dış ticaret yapısı da bu iş bölümü ile paralel sonuçlar göstermektedir. Bu yeni iş bölümü Türkiye’de tarımsal üretimde gelişimi hızlandırmış gibi bir algı oluşturmakta ise de tarımsal üretimde giderek hammadde bağımlısı bir konum yaratmaktadır. Dolayısıyla tarımsal ürün ihracatını artırmak için giderek artan oranda hammadde ithal etmek zorunda kalmaktadır. Bu iş bölümünde tarımsal ürünlerin üretim maliyetlerindeki farklılıklar rol oynamaktadır. Üretimi azgelişmişlere kaydırılan ürünlerin, düşük ücret düzeyleri (üretim maliyetlerinin düşük olmasının) ve çevresel maliyetleri ile üretilmesinin yarattığı dış ticaretteki fiyat avantajı, kapitalist ülkelerin ithal gıda maliyetlerini aşağı çekmekte ve kendi ülkelerinde oluşacak ücret düzeylerinin düşük tutulabilmesine zemin hazırlamaktadır. Bu yolla hem azgelişmişlerde hem kendi ülkelerinde emekçinin sömürü mekanizmasını da tamamlamaktadırlar”
Kaan Eroğuz, “Otomotiv Sektöründe BYD Yatırımlarının Türkiye’nin Yerli Elektrikli Otomobil Üretim Vizyonuna Etkisi: TOGG Örneği”. Makalesinin tespitleri; “Dijital teknolojileri kullanarak yeşil geleceği sürdürmek ve firmaların karbon ayak izini dengelemek amacıyla kullanılmaya başlanan ikiz dönüşüm kavramı, yeşil ve dijital dönüşümün sistematik ve sürdürülebilir bir şekilde yürütülmesini nitelemektedir. İkiz dönüşümün sektörel bazda en hızlı ve etkili şekilde nüfuz ettiği sektörlerin başında ise otomotiv sektörü gelmektedir. Gerek iklim krizinin yarattığı karbon emisyonunun azaltılması politikaları gerekse de gelişen teknolojiyle birlikte dijital dönüşüme en hızlı şekilde entegrasyonunu sağlamasıyla otomotiv sektörü, ikiz dönüşümün lokomotif sektörlerinden birisi haline gelmiştir. Başta Çin firmaları olmak üzere birçok ülke, ikiz dönüşüm perspektifiyle işgücü piyasalarını gelişen teknolojiyle entegre hale getirmektedir. Bu kapsamda ülkeler, elektrikli araç üretimi teknolojilerini geliştirmekte ve ürettikleri araçları küresel otomotiv piyasasında rekabete sokmaktadır. Uluslararası rekabetin içerisinde kalmak ve kendi elektrikli otomobil üretimini gerçekleştirmek amacıyla TOGG’un seri üretimine başlayan Türkiye, yakın zamanda Çinli elektrikli otomobil devi BYD’nin de doğrudan yabancı yatırım kararını açıklamıştır. Çalışmada, BYD yatırımlarının Türkiye’nin ulusal otomotiv piyasasında ve daha özelde yerli elektrikli otomobil üretimi TOGG üzerinde yaratacağı olası tehdit ve avantajlar değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu değerlendirmeler, BYD’nin daha önce yatırım kararı alarak üretime başladığı diğer çevre ülke örnekleri üzerinden analiz edilmiştir. Doğrudan yabancı yatırım politikalarının belirlenirken ulusal firmaların ve yan sanayi üreticilerinin ekonomik çıkar ve gelişmelerini esas alan kalkınmacı bir perspektifle hareket edilmesinin önemi vurgulanmıştır”.
Sultan Sarı, “Türkiye İnşaat Sektörü, İnşaat Kredileri ve Büyüme İlişkisinin İncelenmesi” başlıklı ampirik araştırmasındaki bulgular özet olarak; “Çalışmada 2007-2023 dönemi üçer aylık verileriyle Türk bankacılık sektöründe inşaat sektörüne kullandırılan krediler ile büyüme oranı arasında bir nedensellik ilişkisi olup olmadığı incelenmiştir. Yöntem olarak Granger nedensellik ve Toda-Yamamoto testleri seçilmiştir. Her iki nedensellik testi sonuçlarına göre de büyümeden inşaat kredilerine doğru bir nedensellik ilişkisi tespit edilmiştir. Yani Kısaca hem kısa dönemde hem de uzun dönemde büyüme oranından pozitif artış inşaat sektörüne kullandırılan kredilerde de pozitif bir artışa neden olmaktadır. Bu sonucun alanyazında tartışılan “Türkiye için, inşaata dayalı büyüme stratejisinin gözden geçirilmesi gerektiği” argümanını desteklediği söylenebilir ve bu doğrultuda kaynakların daha üretken ve kalkınmaya yönelik alanlara tahsis edilmesini sağlayacak yeni politikalar geliştirilmesi önerilir”.
Ufuk Serdaroğlu – Ebru Işık ortaklaşa makaleleri “Türkiye Ekonomisinin Serencamına Feminist İktisat Perspektifiyle Bir Katkı: Türkiye’de Kadın emeği Üzerine Yapılan Çalışmalar” başlığını taşıyor. Saptamaları; “Kadın emeği” konusunu hem Google Akademik hem de YÖK Akademik veri tabanlarını kullanarak taradığımız bu çalışmada “kadın emeği” üzerine akademisyenlerin bağımsız araştırmacılar ve lisansüstü öğrencilere kıyasla daha az ürün verdiği sonucuna ulaştık. Öyleyse Akademianın duvarlarının hala geçirgen olmadığı, kadın emeği konusuna hala bir mesafenin söz konusu olduğu, alanlar itibariyle ise bu konuda en duyarlı alanın akademiada sosyoloji, Türkiye genelinde ise Çalışma Ekonomisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda akademiada hala var olan mesafenin ise akademisyenlerin bağlı bulundukları kurumlarla ve kimlikleriyle ilişkili olduğu ifade edilebilir. İleride Türkiye’de kadın emeği konusunda verilen ürünlerin sayısının akademiada da artması temennisiyle…”
Fevzi Engin Hocam, “Türkiye’de Asgari Ücret, Bölgesel Asgari Ücret Tartışmaları, Açlık ve Yoksulluk Sınırı Arasındaki İlişki (2015 – 2023)” başlıklı araştırması ile katkıda bulunuyor. Fevzi hocanın güncel araştırmasının bulguları ise şöyledir; “Bugün ülkemizde asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi asgari ücret tartışmasını da ortalama ücret tartışması haline getiriyor. Asgari ücret sistemi ücret farklılıklarını düzenleme amacı gütmez. Bölgesel asgari ücret en az ücret düzeyini değiştirebileceği için gelir dağılımının bozulmasına ve bölgelerarası dengesizliğin artmasına yol açar. Bölgesel asgari ücret eşitlik ve adalet ilkesine aykırı bir uygulamadır. Asgari ücretin belirlenmesinde enflasyon oranı yerine KBGSYH, büyüme oranı, verimlilik, açlık ve yoksulluk sınırı gibi ölçütlerle belirlenirse, asgari ücretle çalışanlar gelirden daha fazla pay alabilecekleri için gelir adaletinin ücretliler lehine düzelmesini olanaklı kılar. Asgari ücretle enflasyon değil kişi başına GSYH artışı esas alınarak saptanmalıdır. Asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği dikkate alındığında, toplu pazarlık sisteminin kapsamının genişletilmesi ortalama ücret alışkanlığını olan eğilimi azaltabilir”.
On dokuzuncu çalışma Oğuz Oyan Hocamın yazısının başlığı; “Merkantilizm Çağında Fransa’da Vergi Sisteminde Dönüşme / Dönüşememe Tarihi”. Makalenin sonuç kısmından aşağıdaki kritik paragrafları özetleyelim; “Eski Rejim’in son yüzyılına bakıldığında ilginç olan, zenginliklerin yeni yoğunlaşma merkezleri olarak kentlerin 18. yüzyılda dahi dolaysız vergilerin gelişmesine (hiç olmazsa mülk gelirlerinin ve mesleki faaliyetlerin vergilendirilmesi yoluyla) katkı yapmaktan uzak kalmalarıdır. Şehirliler ile köylüler arasındaki vergi yükü farkı Eski Rejim’in son yüzyılında giderek asıl büyük çelişkiyi oluşturmuştur. Sonuçta Fransa’da bu dönemdeki gerek tarımsal gerekse tarım dışı gelirlerin artışına paralel bir gelir vergisi artışı olamadığını saptayabiliriz. Kentlerin düşük vergilendirilmesinin, burjuvazinin siyasete Devrim öncesinden başlayarak erkenden ağırlık koymaya başladığının bir kanıtı olarak da kaydedilebilir. Gene de bu dönemi köklü bir biçimde sona erdiren, Fransa örneğinde, 1789 Devrimi olacaktır. Sadece sınıfsal ayrıcalıklara son verdiği için değil, bölgesel/kentsel ayrıcalıklara son verecek tarzda üniter bir yapıyı pekiştireceği için de. Vergi ve maliye tarihi açısından bakıldığında da görece köklü dönüşümler 1789 Devrimi sonrasında yaşanacaktır. 19. yüzyılda Krallığa geçici dönüş ve İmparatorluk dönemleri yaşanmasına rağmen, kapitalist üretim tarzına geçiş hızlanacak ve burjuvazi modern Cumhuriyet devleti gibi kendi üstyapı kurumlarını da feda etmeyecektir. Bununla birlikte burjuvazinin devrimci karakteri de esas itibariyle aynı yüzyılda sönümlenecektir. Eski Rejim’de egemen sınıfların vergi ayrıcalıklarını sahiplenmek için gardrop soyluluğuna geçenler dışında kalan burjuvazinin geniş kesimleri aslında bu feodal ayrıcalıklara genelde karşı çıkarak ve özgürlükleri savunarak (köylünün özgürleşmesi ve sanayiye ucuz işçi olarak akmasını da sağlayarak) Devrime önayak olmuşlar ve geniş emekçi kesimleri de peşlerine takmışlardı. Ama işçi sınıfının devrimci bir karakter taşımaya başlamasıyla birlikte burjuvazi eşitsizlikler sisteminin baş savunucusuna dönüşecektir. Buna vergi karşısında eşitsizlikler ve kendi sınıfı için ayrıcalıklar üretmesi de dâhil olacaktır".
Armağan / kitaptaki son yazı Hayri Kozanoğlu Hocamızın. “Küresel Hegemonya Mücadelesi” başlıklı yazıda Hayri Hoca şu 10 soruya cevap arıyor:
- Küresel hegemonyadan ne anlıyoruz?
- Çoklu kriz ne anlama geliyor?
- Günümüzde emperyalizmden söz edilebilir mi?
- (Kapitalist) Küreselleşmenin sonuna mı geldik?
- Küresel rekabet bir savaşa yol açar mı?
- ABD’nin yenidünya stratejisi ne yönde?
- Çin ekonomisi büyümenin sınırlarına mı dayandı?
- Hegemonya mücadelesinde saflar nasıl diziliyor?
- Hegemonya savaşının örgütsel yansımaları nasıl gerçekleşiyor?
- Hegemonik savaşın finansal, teknolojik, altyapısal, üretime yönelik, politik, askeri, kültürel boyutları nelerdir?