Uykudan sonra!..

KENTİN SESİ-ZONGULDAK YAZILARI

Dağın yamacından aşağıdaki düzlüğe doğru uzanan orman, dağın üstüne serilmiş yeşil bir örtüyü andırıyordu. İrili ufaklı çam ağaçlarının diplerinde karınca sürülerine benzeyen ve giderek kalabalıklaşan insan toplulukları vardı. Diğerlerine oranla daha kalın olan çam ağaçlarının gövdelerine, dört bir yanından sırtlarını dayayarak oturmuş olanlar, yüzlerinde ve enselerinde vızıldayan sineklere aldırmadan uyumaya çalışıyorlardı. Bazılarıysa sağda solda bulabildikleri uygun biçimdeki taşları ve yanlarında taşıdıkları içinde battaniye ve giysi dolu olan torbaları yastık yaparak, buraya getirilirken yaptıkları yorucu ve yıpratıcı yolculuk nedeniyle yorgun düşmüş bedenlerini dinlendirebilmek için, çimenlerin üzerine uzanmış yatıyorlardı. Ormanın içinde koca çam ağaçlarının arasında kaldığından ilk bakışta fark edilemeyen, mıcırla asfaltlanmış daracık yolların kenarlarında, onar metre arayla duran korkunç sakallı ve ellerinde uzun namlulu silahlar olan iri yapılı adamlar vardı. Yol boyunca sıralanmış çam ağaçlarının dalları arasına dikkatlice bakıldığında, ormanın içinde kalan bu dar yollarda, üçerli beşerli gruplar halinde, ürkek ve yavaş adımlarla yürüyen başları öne eğik insanlar göze çarpıyordu.

Herkes tedirgin ve meraklı bakışlarla birbirini izliyor, fakat içlerinden bir tanesi bile konuşmaya yeltenmiyordu. Burada bulunan insanların tümüne yakını birbirini tanımıyor olmalarına karşın, küçük guruplar oluşturarak oturmaya gayret ediyorlar, cemaat askerlerine fark ettirmemeye dikkat ederek, çekingen el kol hareketleriyle gizlice anlaşmaya çalışıyorlardı. Ancak bu durum ilk bakışta belli olmasa bile, biraz dikkatlice bakıldığında fark edilebiliyordu.

Buraya toplanmış bu insanlar, karavana atan bir avcının tüfek sesinden ürkmüş tavşanlara benziyorlardı. Şaşkın hallerine bakınca sanırsınız ki her şeyin yolunda gideceğini düşündükleri ve hiç ummadıkları bir anda, başlarına gelen şaşırtıcı ve korkunç bir olay sonrasında ağır bir şok geçirmektedirler! Ve geçirdikleri bu ağır şokun etkisiyle de, neredeyse tamamına yakını konuşma yetisini ve hafızasını yitirmiş, yaşadıkları kötü bir olayla derin uykularından sıçramışlar, fakat hala tam uyanamamış gibiydiler...

Burada bulunan bu insanlar memleketin değişik bölgelerine yapılan baskınlarda gözaltına alınmışlar ve sorgusuz sualsiz tutuklanmışlardı. Değişik ilçe ve beldelerde gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra, önce il merkezlerinde guruplar halinde bir araya toplanmışlar, daha sonrada bu ıssız bölgeye getirilmişlerdi. Çaresizlik içindeki bu insanlar buraya bir tır filosundan ya da bir tren katarının vagonlarından gelişigüzel boşaltılmış, daha doğrusu taşların ve otların arasına kusulmuş(!) gibiydiler. Ve dimağlarında neden ve niçin burada olduklarına dair anlamlı yanıtlar bulamazlarken, korku ve merak içinde, haklarında verilecek kararları bekliyormuş gibi bir halleri vardı. Ve bu halleriyle, tam sınırı geçmek üzere oldukları bir sırada yakalandıktan hemen sonra, apar topar götürüldükleri mülteci barınma kamplarında, şaşkın bakışlarla etrafı incelerken nerede olduklarını anlamaya çalışan ve yere eğreti adımlarla basan Afrikalı ve Ortadoğulu mültecilere benziyorlardı…

Kısa bir süre soluklandıktan sonra, elindeki dürbünü tekrar gözlerine götürdü ve karşı dağın yamacına kurulmuş kampı izledi. Gizlendiği kayanın arkasında hiç kıpırdamadan: "Yoldaşlar!.. Arkadaşlar!.. Bu gün yetmiş kişilik bir kafile daha getirdiler." diyerek heyecanlı bir ses tonuyla seslendi ağaçların arasında gizlenen arkadaşlarına. Bulundukları yer, zavallı insanları topladıkları kampın bulunduğu yamacın tam karşısındaki dağın yüksek ve ormanlık tepelerinden birindeydi. Arkadaşları yanına gelmeyince, gizlendiği yerden sürünerek çıkıp, telaşla arkadaşlarının yanına gitti. "Bu bizim tespit ettiğimiz yüz otuz yedinci kamp oluyor." arkadaşlar dedi ve düşünceli bir ifadeyle ekledi: "Kim bilir, tüm ülkede bu “Kusmuk Kampları”ndan kaç tane daha var?" Ağzındaki kuru ekmek lokmasını çiğnerken: "Bunu ancak diğer bölge komitelerinden haber aldığımızda öğrenebiliriz?"dedi, konuşmasından grubun güvendiği birisi olduğu anlaşılan iri yapılı bir maden işçisi.

Bu günlerde iktidara muhalif olanlar için, her taraf tehlikeli ve zor koşullarda sürdürmeye çalıştıkları hayatları karmakarışıktı. Ülke, sanki birbirine yabancı bölgelere bölünmüştü. Bir bölgede suç sayılan davranışlar diğer bölgede suç sayılmıyor, bir bölgede kadınlar başı açık sokağa çıkabiliyor ve mayolarla denize girebiliyorken, başka bir bölgede ise yanında erkeği olmadan sokağa çıktığı ve kara çarşafa girmeyi kabul etmediği için taşlanmaya kalkışılıyordu. Ülke sanki üç ayrı başkentten yönetiliyordu İstanbul, Ankara, Diyarbakır…

Gerici iktidarın, taa 2010 yılından önceki yıllarda başlayan kurumsallaşma gayretleri ülke genelinde etkili olmuş ve ilerici aydınlara uygulanan yıldırma ve sindirme operasyonlarıysa yer yer açık şiddete dönüşmüştü. Birçok ilerici ve aydın insan katledilmiş, bu suçların sorumluluğu da yine o insanların ve yakınlarının üzerine yıkılmıştı. Bu saldırı, baskı ve şiddet daha sonraki yıllarda iktidar partisindeki kritik noktaların cemaatlerin eline geçmesiyle, sosyalistler ve devrimciler için daha da kötü ve acımasız bir hal almıştı. Küçük kasabalarda ve bazı köylerde bile iş makinelerinden uydurma sehpalar kurulmuştu. Sosyalistler ve devrimciler kendileri için yaşanmaz hale gelen şehirlerde ve yerleşim yerlerinde, ancak çok iyi gizlenerek ya da bulundukları bölgeleri terk ederek yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Ülke kendileri için de yaşanmaz hale gelen ve o zamanki gerici iktidarı destekleyen liberal solcuların bazıları iktidarın eteklerine tutunabilmeyi başarmıştı. Fakat birçoğu ya tutuklanmış, ya da ortalıktan kaybolup gitmişti. Aralarından sosyalist ve devrimci düşünceye yaklaşanları da, şehirlerde, köylerde ve dağlarda gizlice örgütlenen direniş komitelerine katılmışlardı.
Adına “Kusmuk Kampları” denilen bu kamplar, ilk olarak iki bin on dört yılında kurulmaya başlanmıştı. Bu kamplara, toplumda yeniden oluşturulan değer yargılarına ayak uyduramayıp toplum dışında kalanlar, yani iktidardakilerin deyimiyle, “toplum tarafından kusulmuşlar” götürülüyordu. Bunlarda genellikle beş vakit namazlarını kılmayan, Alevilerin yaşadığı köylere yapılan baskınlara katılmayan ve bazı önemli olaylardan sonra cami önlerinde düzenlenen gösterilerde yer almayanlardı. Yani gerici iktidarın, devleti ele geçirmeye çalıştığı uzun yıllar boyunca saygı gösterilmesini istediği milli iradenin, saygı göstermeyi esirgediği ve gayri milli ilan ettiği insanlardı.

Silahlarını ve erzaklarını yanlarına alarak, başka gruplarla buluşmak ve bölge komitesini oluşturmak için, daha önce belirlenen bölgeye gitmek amacıyla gizlendikleri tepeden ayrıldılar. Gittikleri bölgede, diğer komite birimleriyle buluşup genel bir durum değerlendirmesi yapmaları ve işe nereden başlayacaklarına ve nasıl yapacaklarına karar vermeleri gerekiyordu. Dağın tepesinden aşağıya doğru indiklerinde, şırıl şırıl akan derenin serin suyunda ellerini yüzlerini yıkayarak serinlediler. Bazen ormanlarda sık ağaçların arasından, bazen tarlalarda mısır saplarının arasından ve bazen de sarp kayalıkların kenarlarına tutunarak ilerliyorlardı. Sonunda düzgün bir yola çıktılar, yolda üç yüz metre kadar yürümüşlerdi ki, içlerinden birisinin gözüne eski bir gazete parçası ilişti. Hemen koşup gazete parçasını aldı. 26 Nisan 2015 tarihli gazetenin manşet haberinde, birkaç gün sonraki 1 Mayıs’ta alınacak önlemler açıklanıyordu.

Ana yola çıktıklarında bir siren sesi duydular. Hemen yolun üst tarafındaki kayaların ve çalıların arasına saklanarak, önlerindeki yoldan kampın olduğu yöne doğru giden bir ambulansla bir devriye aracının geçmesini beklediler. Araçlar geçip gittikten ve motor sesleri uzaklaştıktan sonra oradan ayrılıp, yollarının üzerindeki köye uğramadan, önlerindeki yamaçtan dağa doğru yürümeye devam ettiler…

Çam ağaçlarının arasında küçük bir gölet oluşturmuş buz gibi suyun başına geldiklerinde, “Burada kısa bir yemek molası veriyoruz arkadaşlar” dedi gurubun sorumlusu. Erzak çantalarında ne varsa, hemen suyun yanına serdikleri gazete kâğıdının üzerine çıkardılar. Yemek vakti gelip çatmıştı işte! Yorucu ve uzun bir yürüyüşten sonra, nihayet midesine bir şeyler girecekti…

Gözüne vuran güneş ışıklarının sıcaklığı ve saç diplerinden ensesine doğru akan terle uyandı. Terden ıslanmış olan yatağından kalktı ve hemen merakla pencereden dışarıya baktı…

Dışarıda durum her zamanki gibiydi. Yıl hala 2008’di. Her zamankinden farklı olarak, pencerenin tam karşısındaki yeni çiçeklenen kestane ağacında, daldan dala atlayan kuşlar ötüşüyordu. Yıkılmaya yüz tutmuş eski evin damındaki kırık kiremitlerin arasında oynaşan kediler, cilveyle karışık hırçın sesler çıkararak miyavlıyorlardı…

Televizyon ekranında ana muhalefet partisi genel başkanı Baykal konuşuyor “Cumhuriyet devrimlerinden, Atatürk ilkelerinden ve laiklikten taviz vermeyiz!” diyordu.

Not: Bu yazı 2008 yılında, Zonguldak’ta “Halkın Sesi” gazetesinde yayınlanmıştır.