Yok Edilmiş Bir Halk Cevheri: Enver Gökçe

(Bu yazı 30 yıl önce, Gökçe’nin ölüm haberini aldığım kanlı, karanlık 12 Eylül günlerinde sürgünde yazdığım ve ancak ölümünün 5. yılında Almanya’da -Tohum- yayınlayabildiğim bir yazıdır. Ölümünün 30. yılında Enver ağabeyi saygıyla anarak...)

Shekespeare, “Belki kaderimi değiştiremem, fakat aklıma yatmayan şeylere de boyun eğecek değilim!” demişti. Akla yatmayan şeylere boyun eğmemek, ‘kader’ diye nitelenen şeye başkaldırının kendisidir zeten. Enver Gökçe’nin acılar denizi olan hayatını düşünürken hep onun bu sözü dolaştı içimde: “Hey benim karasevdam, kalleş kaderim!”

Neydi E. Gökçe’nin ‘Karasevdam’ dediği şey? Bıraktığı bir kitapçık şiirin ve acı yaşam öyküsünün her dizesinde, her anında açıkça görülüyor ki, halkına, yurduna sonsuz bir tutkuyla bağlıydı. Halkının mutluluğu uğrunda her türden belaya ‘Hoş geldin!’ dediği bir tutkuydu bu. Kısaca, bir karasevdaydı halk deyimiyle. Ve sevdası ve sevdasındaki kararlılığı ve kararlılığındaki direnci ‘kaderini’ çizmişti. Kalleşçe çizmişti hem de. Bütün dizelerinde kolayca görünüyor ki, aklına yatmayan bu kadere başkaldırısında karasevdası gibi kararlıydı.

Enver Gökçe, yazık ki yok edilmiş bir halk cevheridir. Şiir dolu yüreği açmadan soldurulmuş bir çiçek gibidir. Meyveye duracakken yolunmuş bir tomurcuk gibidir. Daha çağlasında kırılmış bir dal gibidir. Zehirlenmiş bir akarsu, yakılmış bir orman, ana rahminde öldürülmüş bir çocucuk gibidir. Bala durmuş bir kovanın arıları nasıl dağıtılmışsa, öylece ziyan edilmiştir bu halk cevheri.

Bir düzen ki, köylüsünü, işçisini, gençliğini kırbaç altında tutuyor... Aynı günlerde Gökçe’yi de hücrelere koymuşlar, zincirlere vurmuşlar. Bir düzen ki, ahtapot gibi kollarıyla halkın kanını emiyor... Aynı günlerde Gökçe’yi de bir dilim ekmeğe muhtaç etmiştir.

İlk gençlik günlerinden, düşkünler evinde yoksulluk içinde öldüğü güne dek hayatının her anında teniyle, yüreğiyle acılarına ortak olmuş halkının. Yani karasevdası kalleş kaderi olmuş!

Enver Gökçe, her şeyden önce onurlu bir hayat bıraktı geriye. Acının iğnesi ipliğiyle dokunmuş onurlu bir hayat. Bıraktığı şiirler bir elin parmakları, bir kitapçığın sayfalarıyla sayılacak denli az. Az fakat her satırında yaşadığı acı denizinin destanı gizlidir. Her satırı halkına duyduğu karasevdanın ışığıyla yazılmıştır. Her satırı kalleş kaderine başkaldırının hıncıyla yazılmıştır. Gökçe’nin şiirleri, katliamlardan kurtulmuş bir çocuk gibidir: Her şeyi anlatan bakışlarıyla usul usul büyür. Hıncını, öfkesini büyütür. Sevdasını, dileğini büyütür. Hesap sorulsun diye büyütür.

Büyük kente geldiği ilk gençlik günlerinde halkın kültür hazinesi uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi onun için. Üniversite eğitimini de bu konuda seçmişti. Gerek öğrencilik döneminde gerekse sonraki yıllarında köy köy dolaştığı Türkiye’de halk türküleri, halk sanatı içinde yoğruldu. Üniversite bitirme tezi olarak ‘Egin Türküleri’ üstünde çalıştı. O dönemde halk kültürüne karşı düşmanca bir anlayış egemendi. Büyük halk kültürü bilgini Pertev Naili Boratav’ın üniversite kürsüsü lağv edilmişti. Tıpkı kültürü gibi, halkın acılarıyla ilgilenenlerin de peşini bela bırakmıyordu.

Gökçe’nin halk kültürüne olan derin tutkusu halkının acılarına duyduğu öfkeyle pekişti. Bu birlikten Gökçe şiiri doğdu. Gökçe’nin şiiri bir halk danteli gibidir. Şiirine dantel gibi işlediği Türkiye’yi en ince güzelliklerine, en ince özelliklerine dek tanıyordu: “Böğürtlen / Köklerinden / Yayla / Çiçeklerinden / Ve de / Yarpuzlardan / Pırıl / Pırıl / Cam gibi / Serin / Sulardan / Doğar / Çemişgezek / Suyu.”

Derin inceliklerine dek soluduğu bu tanışmayı, o doğanın üstündeki insanlarla olan tanışmasıyla pekiştirmişti: “ Ve / Yamada / Allı / Pullu / Beyaz / Peştemallı / Başörtülü / Üç / Etekli / Kadınlar / Kimi / Göbek / Toplar / Kimi / Madımak / Ve / Keban / İle / Elazığın / Arası / Un / Uçmaz / Kepek / Kaçmaz / Viranler / Var...”

Halkıyla bu tanışması sıradan bir tanışma değildi. Onun görüntülerini acı gerçeğiyle tanımlıyordu: “Sıtımda / Alaca / Mintan / Boynumda / Yazma / Afilli / Kasketim / Düşmüş / Yere / Ayağımda / Kar / Kabar / Ayağımda / Soğuk / Kuyu / Lastiği / Boynu / Buruk / Kalmışım / Böyle / Ah / Len / Ah.”

Ve bu sentezi toplumcu gerçekçi sanat anlayışının ölçüleriyle bilincin danteline işliyordu: “Anamız birdir, aynı memeden emmişiz dostlar / Sizlerle beraber herk ettik toprağı / Beraber yattık hapiste, beraber teskere aldık / Ve maniler yaktık hasret için / Gülemediysek de boş verdik beraber... / Halay mı çekmedik kol kola / Horon mu tepmedik diz dize / Cepken mi vermedik rüzgâra? / Koyun koyuna yattık toprak duvarlarda / Sıtmayla, sığırla, davarlarla... / Daha da yatarız dostlarım daha da... / Gün gelirse eğer / Halay söyler, türkü söyler gibi yan yana / Mavzer mavzere verip de / Düşmana kurşun da atarız / Sizlere kanım kaynıyor, yabancı değilsiniz bana...”

Halkı her ulustan, her inançtan insanlar bütünlüğü içinde tanıyordu. Gökçe’nin halk olgusuna bakışındaki bu boyutun örneği Türkiye sanat dünyasında çok azdır: “ Ve / Kürtler / Aleviler / Çingeneler / Yaşar / Toprak / Damlar / Ve / Çadırlarda...Külli / Topraksız / Killi / Arkasız / Ve / Horlanmış”

Duygu, düşünce ve gözlemleriyle, doğasıyla, yaşamıyla tanışı olduğu halkı işlerken, sanatına çıkış noktasını da zengin halk kültürünün kaynağından alıyor, kaynağın damarlarından besliyordu. Halk efsaneleri, masalları, türküleri, manileri, Gökçe şiirinin rengini, tadını veriyordu: “Zaman akar, zaman geçer / Zaman zindan içinde / Biz mapusta gürül gürül yatardık / Yılan çıyan içinde / Getirdiler ite kaka bir yiğit / Ayak çıplak / Ak bir mintan içinde / Zaman zaman içinde / Işık duman içinde...”

Halk masallarının ‘masal başlangıcı’ ölçüleriyle yazılmış bu şiirde görülen biçim yani halk kültüründen esinlenme Gökçe’nin tüm şiirlerinde değişik tadlarla kendini hissettirir. Bu biçimin özüne işlediği devrimci düşünce, halkın güncel acılarından, çağsal boyutlara kadar bir yelpaze oluşturur şiirinde: “Kore dağlarında tabakam kaldı”... Acısını türküsüne ‘Bayburt Dağlarında mendilim kaldı’ diye işleyen bir halka, Gökçe’nin şiirindeki öz hiç de yabancı değildir. Bilir, duyar ne söylemek istediğini.

Sevgisiyle, sevdasıyla, acısıyla halk denizine savrulmuş, o denizin bir parçası olmuş Gökçe daha ilk gençlik günlerinden öldüğü güne dek sonu gelmez baskılara hedef oldu. Sanatını hiçbir zaman satamadı. Çünkü sanatı kendini satmayan bir adamın sanatıydı. Sanatıyla yaşama olanağı bulabilmesi bir yana, yaptığı sanat, üstünde ezici baskılara neden oluyordu. Açlıktan ölmemek için kimi zaman sıradan gazetelerde düzeltmenlik yapıyor, kimi zaman bir başka yerde karın tokluğuna çalışıyordu. Binbir acıya ve zorluğa hedef olması yetmiyormuş gibi bir de horlanıyordu: “Döğülmüşüm / Söğülmüşüm / Kovulmuşum / Siktir çekilmişim yani / Kendi öz yurdumda / Bir meri keklik gibi / çeker giderim”

Ölümünden kısa bir süre önce yayınladı bu şiirini. İçine bir türlü sindiremediği 12 Eylül Darbesi’nin kanlı karanlık günlerinde, iç dünyası daha da örselendi. 19 Kasım 1981 de yalnızlığına, acılarına sarınıp sessizce ayrıldı aramızdan. Ölümü darbeci medyada ‘haber değeri’ taşımadı...

Her birinde yüreğinin, onurlu bir hayatın gürültüsü duyulan şiirlerini bıraktı halkına. Yaşadığı acı hayat nedeniyle, halkına armağan edebileceği zenginliğin çok azını başarabildi. Yıkılıp yakılmış ormanların, talan edilmiş, peşkeş çekilmiş madenlerin, işkencelerin, katliamların, sömürünün, soygunun, ayrı düşürülmüş sevdalıların, gurbetin, zindanın hesabıyla birlikte Gökçe’nin hesabı da sorulmalıdır. O, bir de bu mirası bıraktı halkına: “Bir mermi de benden aslanım / Bir mermi de benden / Bir mermi de benden / Zafer topları, mübarek namlular!”

Halkı için düşünen beyin, çarpan yüreklerin yanı başında Gökçe her zaman soluyacak....