Bu dava ile Doğu Perinçek’in ihbarcılığı "resmiyet" kazanmıştır!
Yapılan hataların üstü örtülerek doğruya ulaşılmaz. Tam tersi, doğruya varmak, hatanın üstüne gidip, onu var eden nedenleri saptamak ve yok etmekle mümkündür. Hatadan ders çıkarmamak, daha büyük hatalara kuluçka olmaktır! İster bilinçli, ister safiyane duygularla yapılmış olsun, hataya kuluçkalık, eninde sonunda hayata toslar! Hayata toslamanın telafisi her zaman mümkün değildir.
Sanki, türbanı kundaktaki bebeğin ufkuna dek “ileri demokrasi”nin ‘yelken bezi’ olarak dinci faşizmin rüzgârına gerenler bunlar değildi! Maşallah, köstebek gibiler, yaşam mekânları karanlık, ama ‘aydınlığın’ tanımında yine bunlar iddialı!
Meyve olsun, sebze olsun, yediğim hiçbir şeyin çekirdeğini çöpe atmam. Yuvasına salarım, yani toprağa. Çöpe atmak, onu daha doğmadan boğmak, filizlenmeden yolmak anlamındadır. Çünkü çekirdek canlıdır, can taşır. ‘Binde biri bile toprağa tutunsa, yeter, yeşerir, boy verir’ diye düşünürüm. Can taşıyan her tohum, her canlı için böyledir, çok azı hayata tutunup boy verir.
Dinci faşist askeri darbe girişimi ‘sosyal demokratların’ ve omurgasız aydınların da, turnusol kağıdı gibi, gerçek rengini açığa çıkardı: ‘Soros turuncusu’!
Sonuçta devrim nedeni, aydınlık kafalı insanların aydınlık bir topluma özlemidir. Sonuçta devrim, karanlığı, yobazlığı, bilim düşmanlığını yıkmak isteyenlerin; emeğe vurulan zinciri kırmak isteyenlerin; sömürüyü, esareti, soygunu, yağmayı bitirmek isteyenlerin eseridir.
Yurt Gazetesi’ne Merdan Yanardağ’ın Genel Yayın Yönetmenliği’ndeki kurulma sürecinde ‘sarı basın kartı’mla katılmış, deneme yayınlarından itibaren çalışmaya başlamış, Ocak 2012 de piyasaya çıktığı ilk günden itibaren “Tekzip” başlıklı köşemde haftada iki gün hiç aksatmadan ve hiç izin kullanmadan 231 makaleyle çalışmayı sürdürmüş, çalıştığım süre içinde 1500 tl olan maaşımın 3-5 ay geç ödenmesi
Türban da “yetmez ama evet” konusu oldu! Balıkesir Müftü Yardımcısı, “tesettür başı değil, bütün bir bedeni örtmektir! Türban takmak yetmez, kadınlar iyice kapansın. Modaya dayalı tesettür kadının cazibesini kapatmıyor, aksine ön plana çıkarıyor” diye buyurdu! İşin endazesi iyice kaçtı. “İffet, edep, mahremiyet” üstüne verilen “fetva”lardan “inanç ortamı” toz duman!
Toroslar sığar mı ki Karacaoğlan türbana sığsın?
Kuyuya taş atan akılsız da, çıkarmaya çalışanlar çok mu akıllı? Ticani sakallının biri “çalışan kadın fuhuşa destek oluyor” türü hırıldanmaya görsün, toplumda “yorum hamaratlığı” başlıyor! Vekiller, uzmanlar, ilahiyatçılar... Herkes “kuyudaki taş”ın peşinde!
Seçimde oyların yüzde 36,3’ünü alsa da Çipras, yemin törenindeki tavrıyla halkının en az yüzde 80’inde sempati ve destek buldu. Dini yemini reddetmesine bir-iki cızırtı dışında tepki gelmemesi bunun kanıtı. Yunanistan “din ve devlet işlerini birbirinden ayırmayan” tek AB üyesi. Anayasasında “devletin Ortodoks kimliği”ne vurguyla “devlet ve Kilise ilişkilerinin birliği” öngörülüyor.
Zulmün hesabını ‘ahrete havale etmek’ zalime teslimiyetin bir biçimidir!
Dinci kafanın egemen olduğu bir toplumda (ve o toplumun yaşadığı coğrafyada) halk ve hayat düşmanlığının boyutu sanılandan da büyüktür. Ölçüye sığmaz. Her gün gazetelerdeki “bunu da gördük”, “inanmayacaksınız ama o da oldu” türü haber başlıkları, bu “ölçüye sığmazlığın” şaşkınlık nidalarıdır! Dinci yobazlık bir yere egemen olmaya görsün, hele ki emperyalizm ve kapitalizmin taşeronu olarak!
“Dinin siyasallaşması canavarlaşması anlamındadır!”
“Türbanın Zulası” başlıklı yazımda “7-8 yaşında çocuğa türban savunmak ile çocuk pornosunu savunmak arasında fark yoktur. Sunumu dinsel de olsa, öz olarak türban ‘dinsel’ değil ‘cinsel’ bir motiftir! Dinselliği cinselliğin örtüsüdür. Tahrik edici buldukları saçın, tıpkı tahrik edici buldukları diğer uzuvlar gibi ‘mahrem’ sayılıp örtülmesi düşüncesine dayalıdır.
Çocuk saçından cinsel tahrik çocuk pornosuna girer; cezası ve tedavisi gerekir!
Dinci kafa için ‘suç’ ölçüsü ‘günah işlemek’tir; cezanın tartısı ise şeriat
‘Zalimler ve yağmacılar bir ülkeye egemen olabilir mi’ demeyin. Niye olmasın? Tarihte örneği saymakla bitmez!
Yalancı ama ‘iyi avcı’ mümkün. Hatta ‘yalancılık avcı özelliğidir’ denebilir! Avcı hikâyelerini dinlemeye doyum olmaz! Ama, gel de yalancının ‘iyi savcı’ olmasını anla! ‘Mütalaa’sı gizli tanık, sahte delil, yalan beyana dayalı ama ‘savcının en alâsı’!
“Önce iyiydi, sonradan bozuldu diyorlar, sanki ‘imam bayıldı’ türü bir yemek!”
“Laisizm, aydınlanma ve yurtseverlik karşıtı ‘demokrasi reçetesi’yle üfürükçünün ‘ağrıları dindirme muskası’ arasında ne fark var?”
“Haremci selamcı yobazlığı, cin değil ama halay çarpacak, hem de ne çarpma!”
“Vicdan muhakemesi yapabilmesi için kişinin vicdan ve onur taşıması gerekir.”
“Ne öfkesindeki kıvılcım sönücüdür, ne gülüşündeki hüzün; ölümsüzlük de budur!”
“Batı devletleri kendi halkına zihin sıfırlaması uyguluyor; bizim ‘kullanışlı eblehler’ de onların öğrencisi mi beslenir, mescitten mi?”
Değerli okur, soL’da ilk yazımın çıktığı tarih 16 Haziran 2008. Dört yılı aşkın bir süredir bu seçkin yayında yazıyorum. Yazarlığını, varlığının ve omuzdaşlığının en üst düzeyi sayan biriyim. soL’da bu duygularla yer aldım ve onun yazarı olmanın onur ve gururuyla zenginleştim. Evet, zenginleştim. Çünkü sadece okumak değil, yazmak da insanı zenginleştirir.
Rüyamda ölmüşüm! Bu önemli değil. Ölümlü olduğunun bilincinde bir canlıyım, ölümle bir sorunum yok. Ama öldükten sonra yaşadıklarım karşısında dehşete kapıldım. İşin kötüsü uyanamıyorum da. İnsan rüyasında ölünce nasıl uyanır onu da bilmiyorum. Aklım başımda, olanları görüyor ve izliyorum. Doğrulup müdahale edemedikten sonra, akıl başta olsa neye yarar? Öldüğümle kalsam iyi!
Cumhuriyet Gazetesi 26 Haziran’da “Savaş istemiyoruz!” manşetiyle çıktı. Manşeti Cumhuriyet kendi görüşü olarak atsaydı, bunda anlaşılmaz bir şey yok. ‘Her demokrat, ilerici insan gibi onlar da doğru tavır koydular’ dersin. Ama, manşetteki söz, savaş taşeronu AKP Hükümeti’ne ait!
Suç ve ‘suç’ sayılan şeye biçilecek ceza kavramları, insanlık tarihi boyunca çok değişik anlamlar yüklenmiştir. Tarihe bir bakın, ağzınız, diliniz kurur.
İnsanların yanıldıkları durumlar olur hayatta. Kötü olan, yanılgıya takılıp kalmak, daha da kötüsü, yanıldığının farkına vardığı halde takılıp kalmak.
Mazluma zulmedeni kavga kavga dişlemeli...
İnsanoğlu içinde ufukları, dorukları beslemeli. Günleri umut ile, sevdayı sevinç ile, dostluğu övünç ile düşlemeli...
Bernard Shaw 1925 yılında kendisine Nobel Ödülü verildiğinde, rettetmiş ve ret gerekçesini şöyle açıklamıştı: “Nobel, dinamitin keşfiyle insanlık suçu işlemiştir!”
Bulandırılmış muhalif kimlik, muhalifliğin lafta kalanıdır. Lafta kaldıktan sonra, zaten muhalif olmayan mı var? Zalimlik ve zulmün en keskin muhalifleri, bizzat zulmün sahibi olan zalimler değil mi? Bakın: işte Obama! Irk ayrımcılığına, cinsiyet ayrımcılığına, çocuk işçi sömürüsüne, silahlanmaya, savaşa, katlima, yargısız infaza karşı olmada kim onunla yarışabilir? Tabi laf düzeyinde!
“Şu anda toplum, oksijen borusuna basılan bir hasta gibi çırpınıyor. Toplumun oksijeni kesildi. Hâlbuki daha bir buçuk yıl önce burası dünyanın hayranlıkla izlediği bir ülkeydi.
Vah ki vah bizim şu halimize! Sanki, ‘Ömrün billah öfkeye, küfüre, lânete sürgün ol sevinç dilinde söze hiç dönmesin!’ diye beddua yemişiz.
Sanki bize, uçarı bir yürekle güzellikleri yazmak, sevinçlenip kanatlanmak yasak!
Siz yandaş medyanın ‘katip yazar’ları ve ‘tv papağanları’nın ‘sivil toplum’ savunuculuğu ve kendilerini ‘sivil’ saymalarına bakmayın! Tamam, giysileriyle siviller, ama ‘sivil polis’ misali! Sivilliğin sahtesi de bu işte. Sistem ayarlı yandaş gazeteci ‘sivil’ olabilir mi? Başbakan’ın ‘gazeteci’ anlayışının tam tersi, asıl onlar gazeteci değil, gazetecinin sahtesi, sahte sivil!
“Ne ilgisi var?” demeyin! Örgüt üyeliğini ve örgütlenmeyi küçümseyen anlayış bence güveyle hısım! Siz, zulümden korunmanın örgütlenmekten geçtiğini anlatmak için çırpınırken, o bu çırpınışı orasından burasından kemirmekle meşgul! Güvelik başka nedir?
soL'da yazan değerli birçok arkadaşımız, bir konuyu anlatırken tezlerini doğrulayacak bir alıntıyı (hangi ustaya ait olduğu ve nerede, neden söylemiş olduğu bilgisiyle) yazılarında kullanıyorlar. Bu bilgi, hafıza ve yeteneğe açıkçası özeniyorum. Özensem ne olacak, bende o bilgi, o hafıza ve o yetenek olmadıktan sonra?
6 Mayıs 1972 şafağında Mamak zindanında darağacınla katledilen Denizler ve akıl almaz işkencelere karşı çelik iradesiyle direnen ve bu direnci kıramayacaklarını anladıkları yerde katillerce 18 Mayıs 1973'de Diyarbakır zindanında acımasızca katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın hesabını sorma sözü, 12 Mart Darbesi döneminde kaldığım cezaevlerinde kendime ve arkadaşlarıma verdiğim bir sözdü.
‘Darısı diğer günlerime!’ mi desem, ‘Dilerim geçer!’ mi? Açıkçası, buna da karar veremedim. Böylesi kararsızlık durumlarında başvurduğum yöntem aklıselimine güvendiğim kişi ve kişilerde duygumu tartmaktır. Şimdi yaptığım da o.
Ömrüm boyunca bu sözün, yani ‘Şiirden anlamam!’ sözünün ne anlama geldiğini anlamaya çalıştım. Bütün çabalarım sonuçsuz kaldı. İşte sonunda ilân başlıklı bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bakarsın biri çıkar, anlamamı sağlayıp beni bu dertten kurtarır!
Şiirlerin de bir hayatı var. Anımsanışları, unutuluşları, özgür günleri, yasak günleri, lanetlenişleri, alkışlanışları.. Kimi ölü doğan, kimi kısa, kimi uzun ömürlü olan şiirlerin de bir hayatı var. Her canlı gibi acılar, sevinçler, serüvenlerle dolu. Bu duygu bir ara bana şiirlerin hayat öykülerinden oluşan ‘şiir hayatı’ konulu bir kitap yazdırmayı bile düşündürdü.
Ne başka anlayışlara ‘reddiye’ yapıyorum, ne de ‘olmazsa olmaz’ bir teori öneriyorum! Bu, hayata, şiire ve şiirime ilişkin benim eğilimim: Kültür ve sanatta köklerden kopukluk ‘vazo kültürü’dür. ‘Vazo’yu ‘serum’ olarak da söyleyebilirdim. Yaşamak için nefes alıyor olmanın kültür ve sanattaki karşılığının ‘ruhu köklerden emzirmek’ olduğunu düşünüyorum..
Ünlü Şilili şair Pablo Neruda, anılarında, CHE’yi son kez, bir gece yarısı, Havana’da gördüğünü yazıyor. CHE o günlerde Ekonomi ve Maliye Bakanlığı görevini yürütmektedir. Buluşmalarını şöyle anlatıyor: “CHE çizme ve savaş urbaları giymişti. Kemerinde tabancalar vardı. Giyimi büronun havasına uymuyordu.
(Bu yazı 30 yıl önce, Gökçe’nin ölüm haberini aldığım kanlı, karanlık 12 Eylül günlerinde sürgünde yazdığım ve ancak ölümünün 5. yılında Almanya’da -Tohum- yayınlayabildiğim bir yazıdır. Ölümünün 30. yılında Enver ağabeyi saygıyla anarak...)
‘Acı sargısı’ diye sorsanız, sadece doktorun, eczacının, hasta bakıcının değil, belki büyük çoğunluğuyla insanların aklına gazlı bez, yara bantı falan gelir. Benim aklıma ilk gelen şiirdir!
Esasında seçimlerin üstünden çok bir zaman da geçmedi. Seçim öncesinde CHP’ye destek çağrısıyla yatıp kalkan aydın katlarda ‘destek verdikleri örgüt’ten duyulan huzursuzluk çalkanmaya başladı! Biraz şaşkın haldeler. Cama çarpmış serçe sersemliği gibi bir şaşkınlık!
Örneğin: medya çöplüğünde eşelenenler. Kibirlerine, narsist ruh yapılarına, konuşmalarına, edalarına, tavırlarına bakan da bunları bir şey sanar. Oysa kene bile onlardan daha haysiyetli bir yaratıktır. Kan emici olduğunu saklamaz. Bunlarsa beyaz örtü altındaki karanlık. Düşünürken içleri hinlik, yürürken izleri pislik doludur.
Her insan hâli insani bir hâl değildir. Öyle insan hâlleri var ki, bırakın insani bir hâl olmasını, bir hayvan hâli bile değildir. Sözgelimi teslimiyet. Doğrudur, insan hâlidir. Ama, insani bir hâl mi? Bana göre hayvani bir hâl bile sayılamaz! Teslim olan bir karınca gören var mı? Eline tek tek bir milyon karınca alıp denesen, teslim olan bir tekini bulamazsın.
Ensesi kat kat kalın kapitalizm bu yelpazeyle yelleniyor. Özellikle ter bastığı anlarda, yelpazeyi kanat gibi açıp esintisi altında demleniyor. Bu yelpazenin telekleri saymakla bitmez.
Karıma, “Tatil dönüşü biriki gün İstanbul’da konaklasak da kardeşlerimiz ve arkadaşlarımızla hasret gidersek!” dediğimde, öyle bir baktı ki, sanarsın “Kirpinin üstüne oturur musun?” diye sormuşum!
Sistem medyasına getirebileceğim en kibar tanım budur. Bu tanıma da, aklıma gelen tanımları budaya budaya ulaştım! Aklıma ilk gelenler ‘belâ’ya davetiye çıkaracak cinstendi. Aklın davet ettiği belânın hedefi bir ben olsam, hoş gelsin safa gelsin, önemli değil.
Seçim sandığının önündeki kuyruk uzun mu uzundu. Aceleyle ben de yerimi aldım. Kuyruktaki herkes bir an önce oyunu verme telaşıyla kıpır kıpırdı. Herkes birbirinin tanışı, herkes birbirine gülümsüyordu. Tarık oradaydı. Ataol, Rutkay, Hikmet... Kimler yoktu ki. Akın’lar bile oradaydı.
“Bir mezar yontun bana dostlarım
Ozan için
Taştan ve düşten
Suyun ağladığı bir çeşme üstüne” (*)
Uzaktan beni görünce, borcunu ödemeye gelen birini görmüş gibi sevindiğini hissettim. Oturmam için yanına boş sandalye çekti. Selamlaşma, el sıkışma süresine zor dayandı. İğneleyici bir sesle ve ‘Gördün mü dediğim çıktı!’ anlamı yükleyerek “Ne oldu?” diye sordu. “Anlamadım, ne ne oldu” diye yanıtladım. Bu kez sesindeki iğneleri yüzündeki gülümsemeye toplayıp “Şu 500 bin meselesi..!” dedi.
Metin Demirtaş’ın “Şiirli Yazılar ve Günlükler”i, “Sarı Defterim” adıyla yayımlandı ( E Yayınları). Daha doğrusu, Metin Abi, uçma vakti gelmiş kuşu göğe salar gibi anılarını saldı yüreğinden. Evet öyledir, altında onun adı olan her şey kanatlı ve yüreklidir.
Gelme öncesinde sesleri kısılana kadar, “İlk işimiz barajı kaldırmak olacak!” diye bağıranlar geldikten sonra seçim taktiklerini geri vitese alıp, seçim deposuna ‘aptalmıyız ki kaldıralım’ yakıtı yükleyerek, “Biz gelirken de baraj vardı!” demeye başladılar! Bunun adı binyüzlülük (yani yüzsüzlük sağnağı) değilse nedir?
Haberin başlığı “Davutoğlu’nun Mevlânâ Çıkışı”ydı. Haber başlığı iki açıdan dikkatimi çekti de okudum. Yoksa, hele ki bu Dışişleri Bakanı’nın, ‘balona üflese balon küsüp pörsür’ türünden söze dönmüş nefesi benim hiç mi hiç umrumda değil. İlkin, çıktıkları yerden indirmek işine kafa yorduğum için ‘çıkış’ sözü dikkatimi çekti. Sonra, Dışişleri Bakanlığı ile Mevlânâ’nın alâka derecesi.
Şu domuzun insanlığa hizmetine bak, bir de insanoğlunun domuza eziyetine!
Toprağı yırttı çiğdem,
sarışın mı sarışın
zülüfüyle yamaçlar
baharı karşılıyor,
gelin alayı gibi
duvaklanmış badem dalları
almış başını tepelere gidiyor
sürüsüne sığırcık, tutam tutam yeşillik
ebegümeçleri
gelincik
katmış gökyüzünde yelken yelken
alacalı bulacalı bulutları önüne
süre süre yel de o yana gidiyor
Polisiye bir film seyreder gibiyim ve delirmek üzere. Tam, ‘Katil kesin bu!’ diyecek oluyorum ki sahne değişiyor ve katilin ‘kim’liği diğerine kayıyor. Tamam, anlıyorum, polisiye senaryonun böyle bir merak mıknatısı var, yani katilin kimliğini kolayca ele vermeyip finale saklamak. Fakat bu ‘film’lerde final de bir türlü gelmiyor. Üstelik bir bakıyorum, bizzat maktul katil diye öne çıkarılmış.
Dünyanın öbür ucunda da olsam,
dertlerin irisinde, dağların gerisinde, gurbetin kuyusunda da olsam
bu kesin: 3 Nisan'da Kadıköy İskele Meydanı'ndayım....
Zulme boyun eğmemek adına,
halkıma bağlılığımın, yurduma tutkumun, zalime nefretimin ifadesi olarak
öfkemi yoğurmak için, halk güçlerini tek yürek olmaya çağırmak için, acımı kınından sıyırmak için...
İhtilaller ve İnfilakların Fünyesi Şiirde Gizlidir, Şiirse İnsan Yüreğinde
Yazıya bu başlığı irkilerek koyduğumu belirtmeliyim. Dilime ilk düşen söz ‘Masumiyete Ağıt’tı. Ruhuma yatkın olan da o. Ama şu anki halim ağıta değil lanete dönük. Ağıt diye başlasam, ağıtın duygusu yaralanırdı. Kendimi lanetin örsünde korlanmaya bıraktım.
“Susma, susarsan sıra sana gelecek!” sözünü (daha doğrusu uyarısını) bu toplumda bilmeyen yoktur. Bu uyarının tekrarlanmadığı yürüyüş, gösteri, toplantı da yoktur. Ya peki bu uyarının gereği? Toplumda başat olan tepki mi, suskunluk mu?
Başbakan’ın yıkma hedefi, Mehmet Aksoy’un Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’ gibi görünse de, onun ötesinde ve daha vahim bir anlam taşımaktadır. Başbakan kendi anlayışı ve hedefiyle çelişen ne varsa yıkmak istiyor. Onunla çelişen cumhuriyetse cumhuriyeti, laisizmse laisizmi, aydınlıksa aydınlığı, bilimse bilimi, eleştiriyse eleştiriyi, sanatsa sanatı...
12 Mart faşizminin kanlı karanlık günleriydi. Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Ziya Yılmaz’ın Maltepe Askeri Cezaevi’nden firarları sonrasında, bu cezaevindeki tutsaklar çeşitli zindanlara dağıtılmıştı. Tünel kazıldığı dönemde ben de aynı cezaevindeydim. Sonra Davutpaşa Askeri Ceza ve Tutukevi günlerim başladı.
Evet, tıpkı başlıktan anlaşıldığı gibi: benim canımı asıl sıkan ısırıktan çok karşısındaki pısırıklık! Şimdi, Başbakan’ın heykeli ‘ucube’ diye niteleyip ‘yıktırılmasını’ ve o alanın ‘türbelerle de çelişmeyen’ daha ‘münasip bir şekilde değerlendirilmesini’ istemesinde şaşıracak ne var? Adım adım yürüdüğü yolda bir adım daha ‘ileri’ gidiyor! Gericileşme zincirine paslı bir halka daha takılıyor.
İktidarbaşı ‘Yumurta atan öğrencilerin arakasında örgüt var!’ diye bağırıyordu. Dinlerken ‘Keşke!’ diye bağırasım geldi! “Yumurta atanların arkasında örgüt var” diyor da, kendisine her gittiği yerde çiçek atan öğrencilerin arkası boş mu? Fıkrada, ‘Temel doping yapmış, ama anlaşılmasın diye yavaş koşmuş!’ diye anlatılır.
Konuşmaya yeni başlayan çocukların iki benzer sözcüğü birbirine bulama özelliği bilinir. ‘Yumrukta’ sözü, yumrukla yumurtayı iç içe heceleyen bir çocuktan aşırdığım, gayet masumane bir sözdür. Kimse, bu sözü, içine ‘Yumurta yumruğa dönüşmeli, yumruk yumruklara ulaşmalı, yumruklar örgütlü güce kavuşmalı’ türünden bir anlam gizleyerek türettiğimi sanmasın!
Sanat-siyaset ilişkisi konulu tartışmalar yeni değil, sürekli tartışılagelmiş bir konudur. Bu konudaki tartışmalar bir değil bin kütüphane dolduracak kadar fazladır. Yine de her dönem ‘sil yeni baştan’ tartışılagider! Yazık ki, şimdi yaptığımız da odur!
Bakkaldan sinek ilacı sorduğunuzda, bakkal, ‘Hayırdır, neyi var, geçmiş olsun!’ derse, ne hâlde olursunuz? Bu benim hâlim işte öyle bir hâl!
‘Halklara düşmansınız, insanlığa ihenet ediyorsunuz, hainsiniz’ gibi sözler, tabiki ‘aptalsınız’ anlamını içermiyor! Sözgelimi, Avrupa Parlementosu (AP) ya da Nobel Komitesi, Küba’yı, Çin’i bombalama kararı alıp, Havana’ya Pekin’e bomba atacak kadar aptal mı yani!
“Her konuyu aşırı ucuyla söylüyorsun!” diyor arkadaşlar. Her şey öylesine sinsi, öylesine uyuşuk ve mızmız ki, aşırı söyleme zorluyor insanı.
Ne yana baksan öyle...
Sözgelimi ‘dua’nın kıvılcımı yoktur. Afyon içerdiğine göre kıvılcımı nasıl olsun? Kıvılcım çevikliğin, hareketin, direnmenin enerjisini gizler. Uyuşukluğun, teslimiyetin, rehavetin külünü değil. Fakat, sözgelimi ‘umut’ kıvılcımla uyumludur. Kıvılcım umudun kırbacıdır.
Belki izleyeniniz vardır. Ben ağlamakla gülmek arası bir duyguyla, şaşkınlık içinde izledim. Anadolu kentlerinden birinde, yerel kent televizyon muhabiri sokakta röportaj yapıyor. Yolda çevirdiği kişilere “Nesli tükenmekte olan dinazorları koruma altına alma yasası çıkacak!” diyerek düşüncelerini soruyor!
Şahsen ben oyumu kullandım. 23 Ağustos günü, yurda girişte. Üstelik, dış hatlardan geçip, iç hatlardaki aktarma uçağa yetişmek için zamanla yarışırken, ayağıma Zaman takıldı da, az kalsın seçim kurulunun üstüne düşecektim!
Şimdi moda bu: yurtseverlik konusunun açıldığı yerde ‘Ben dünya vatandaşıyım!’ diyeceksiniz! Vatan ve vatandaşlık tanımınızı dünya odaklı yapmaya hevesliyseniz, sesinizde mutlaka, yurtseverliği küçümseyen bir tını da olmalı. Bu tını bana, Avrupa’da Yeşiller’in ortaya çıktıkları ilk yıllarda, sosyalistlikten çark edip ‘yeşil’e ve ‘pembe’ye sarınanları anımsatıyor.
Bakışına Kaf Dağı’nın bulutunu döşeyen, burnunu gökteki aymış gibi taşıyan yazar takımını bilmem ayağı yere basan, kendini yeryüzünde ve insan olmanın ölçüleriyle toplumsal yaşamda duyumsayan yazar için, okurunun duygu ve düşünceleri çok önemlidir. Sonuçta yazar için okuru, ürününü sunduğu, ruhunu paylaştığı kişidir. Öyleyse yazarını denetlemesi de okurun bir ciddiyet ölçüsüdür.
Ağı sunulacak kişiyi oyuna getirmenin en klasik yolu, ağıya tatlandırıcı katmaktır. Kurbana tuzak ve pusu kurmak canlıların bir özelliğidir. Kurban tuzakları, kurban pusuları, değişik canlı türlerindeki öykü ve örnekleriyle başlı başına bir konudur. İnsan bu konunun en ‘zengini’dir.
Eski mektupları karıştırırken içimde bir eziklik yalandı. Nerdeyse 20 yıldır, mahkeme celbi, ödeme faturaları ve bürokratik bildirimler dışında zarflı ileti almamışım. Bir de bolca reklâm! Mektuplarımın en genci 20 yaşında. 40 yaşında olanlar da var. Sözgelimi, Ahmed Arif’inkiler. O elle yazardı. Koca bir sayfada en fazla 8-10 satır. Yılmaz Güney’inkilerin kimi elle, kimi daktilo yazımı.
Doktor şekere ve şekerli gıdalara karşı uyarınca, “Ben de portakaldan limona geçerim!” diye düşünmüştüm. Meğer ki limon portakaldan daha fazla şeker içeriyormuş. Olsun, doğanın işine karışmam, insan tanrısının işine karışmamalı. Zaten her şeyden önce öğretmenimdir. Benim doğa konusunda sinirimi bozanlar, ayet ‘günceller’ gibi, burnunu her ota sokup, nebatatın genleriyle oynayanlardır.
Bazan şaşırıp kalıyorum. Kiminle konuşsam herkes politikayla acaip ilgili. Herkes her konuda bilgi, çözüm, yorum sahibi. Üstelik sosyalistler. Söylediklerinin sosyalistlikle ilgi derecesi önemli değil, ağızlarını açtıkları anda sosyalist olarak konuşuyorlar. Şahsen benim, çevremde sosyalist olamayan birini bulup da sosyalistliği savunma duygumu soluma özgürlüğüm yok!
Sınıf mücadelesi, hayatın bir çok alanındaki sonuçlarının toplamıyla gerçek anlamını bulur. Sınıf mücadelesini sadece, ‘proletarya ve halk sınıflarının, burjuvazi ve egemen güçleri alaşağı edip siyasi iktidarın alınması’ olarak, ‘siyasi devrim’in sınırları içinde, yani ‘toplumsal devrim’in bütünlüğünden kopuk tanımlamak dar görüşlülüktür.
Aslında ‘ahlaksızlık’ tanımı da, başladığım şu yazıda sözünü edeceğim kişilerin kişilik yapılarını açıklamakta yetersizdir. Bir adım ötesi küfüre kaçar ki, o da yakışık değil. Tek çare: bunları en etkili mücadelenin hedefi almaktır. Acımasızlıkmış! Bu tavrı acımasız bulan kusura bakmasın, benim acıma duygum tomurcuğa koşulludur, onu saran haşarata değil!
23.09.2009 da soL portalda yayımlanan ‘Organize Karışık İşler’ başlıklı yazım sessizce yayından kaldırıldı. ‘Sessizce’ demem okurların haberi olmamasından. Yoksa, benim içimdeki gürültüsünün yanında, İzlanda’daki yanardağın gürültüsü fos kalır! Yazımı kaldırırlarken, gazetemizi yöneten kardeşlerimizin de aynı duyguyu yaşadıklarından eminim. Ama böyle uygun gördüler.
Çoğu zaman ‘Şu aydınlar’ diye başlayıp, öfkeyle esip gürlüyoruz. Bu öfkeye neden olan işler de, öfkeyi hak etmeyen işler değil. Sözgelimi, adam iktidar yalakalığı yapan bir profesör, ya da tarikat üyesi bir doktor, ya da CIA hesabına çalışan bir tv yorumcusu, gazeteci, faşist bir anlayışın formülatörü provakatör bir yazar. Yani öfkenin ve lanetin her türlüsünü hak eden biri. Bu tamam.
M. Çulhaoğlu’nun bilgi ve bilinç kuyusu olmanın ötesinde rehber uyarısı da içeren yazısını okuduğumda, bir ara şu yazdığım yazıdan vazgeçmeyi de aklımdan geçirdim. Yazmamı gerektiren nedenler ve yazma duygum daha ağır bastı ki, yazıyorum. İlkin: önceki yazılarımla müdahil olduğum bir konudur. Canımızla bağlı olduğumuz değerlere sıçramış çamur var, susmak teslimiyet olur.
Kimisi zalim sofrasında beslenir, efendisi gibi seslenir, iktidara yaslanır, ben böyle sanatçının...
Kimisi bu dünyaya adaleti hiçlikte arar, zenginliği piçlikte arar, yükselmeyi kıçlıkta arar, ben böyle sanatçının...
Kimisini patronu gazinodan devşirmiş, hava basıp star diye şişirmiş, servetini yoksul halktan aşırmış, ben böyle sanatçının...
Başbakan’ın ‘Her inanca eşit uzaklıktayız!’ sözü ‘yakın görme psikozu’nun sonucu olsa gerek! Baksanıza, o kadar yakınında görüyor (ya da görmek istiyor) ki, Alevileri camiye çağırıyor! Dahası: ses tonu ve sözcüklere yüklediği vurgulardan, camiye gitmeyenin inancını ciddiye almadığı anlaşılıyor. İnsaf!
Spot adı: ‘Açılım’! İlaç değil ki, kutusunda nelerden oluştuğu, hangi rahatsızlıklara iyi geldiği, yan etkileri, nasıl kullanılacağı soğukkanlı, gerçekçi uzman diliyle açıklansın. Sonuçta bir reklam! Reklamın amacı, reklamı yapılan mala hizmet değil mi? Efendim, ‘Doğru değil!’miş, ‘Ne olduğu net bir şekilde açıklanmıyor!’muş, ‘Söylenenler doğru çıkmıyor, vaat edilenler gerçekleşmiyor!’muş!
Çünkü mayası çeliktendir, düşleri ipekten, umudu mercan ve sedeften. İnsanlık sevdası, hayatın en anlamlı meyvesidir. İnsanda açan...
Elmanın eşeleği, portakalın posası ‘çöp’ sayılıyor da, insanınki neden çöp sayılmasın? Ağca şimdi, insan mı, insan eşeleği mi? Ortalıkta işte! Sokakta.
Unutkanlık sığınağı, anımsamanın tehlike arz ettiği durumlarda işe yarıyor. Sığınaktakini, anımsama bombardımanından koruyor. Eh, bu sığınak, halkın hafızasına inşa edildiği zaman, yani açık ifadesiyle halk anımsamaz kılındığı, ahmaklaştırıldığı zaman, zalime, hırsıza, arsıza gel keyfim gel!
Bir de arı çiçektozunu böyle özümser, böyle sağar nektarı. Bir de ana kucağı böyle sıcak, dost kapısı böyle açıktır. Bir de kök toprağı böyle sarar halkın öz evladı, halkının acısını böyle duyar... Demem o ki: Metin Demirtaş, şiiri böyle özümsemiştir.
‘Hutbe’ diye salladım ama, bilmem, belki de “fetva’dır? ‘Öğüt’ ya da ‘hüküm’, bilenler nasıl olsa doğrusunu anlar diye bunu geçiyorum.
Mantar zehirlenmesinden daha tehlikelidir. Midye, balık gibi yiyecek zehirlenmelerinden de. Hatta gıda zehirlenmelerinin en tehlikelisi ‘manevi gıda’ diye sunulan egemen güçlerin propagandasını ‘yemek’le ortaya çıkar. Herhangi bir yiyecekten zehirlenen, mide bulantısı, kusma, ishal, titreme, adele kasılması gibi belirtileri başlar başlamaz, soluğu doktorda alır.
Geçtiğimiz aylardan birinde soL’da bir haber vardı, haberde, “Emekten yana olanlar cinayetlerin arkasında kâr hırsı olduğunu vurgularken, bakanlık müsteşarı ‘şaşkınlık’ ifade etti!” deniyordu. Beni, bu zarif, incitmeden bilgilendiren haber dilinden çok, habere konulan başlık etkilemişti. Harika bir başlıktı.
Zorbanın tuzağındasın! Aç, bitkin, yaralı...
Katilin, sinsice izliyor seni
kurbanı olarak iştahının!
Vahşet ve acımasızlık: bu onun karakteri...
Ve sen tutsaksın, kanlı bir oyuncak gibi ellerinde,
sarıldığını sanarak yaralarının...
Susuyorsun, sustukça derinleşiyor yaran, iyileştiğini sansan da!
‘Ne bileyim!’ deyip geçmek olmaz. Bu domates işi ciddileşti! Hele ki, ‘İlahi Aşk’ı anlattığı son kitabında Elif Şafak’ın Mevlana’ya domates, biber, patlıcan yedirmesinden sonra! Eh bir kitabın toplumda ‘ciddi tartışmalar’ yaratması ve ‘ciddi başarılar’ kazanması da, zerzevat ticaretiyle ‘tavana vuran bütçe’ yapmasından başka nedir?