Kabuk

Zindan-Kalkan

Günlerce sürdü yağmur. Hem de ne yağmur! Bulutların, sağnakla çiseleme arasındaki yağmur dansı, sabahın ilk saatlerinde dinlenmeye çekildi. Durdu ve inanılmaz bir hızda, ufka kadar, uçsuz bucaksız masmavi mintanına sarındı gök. Üstümde kabuk bağlamış bir tortu gibiydi ev. Dışarı çıktım. Çiçek toplama duygusuyla, dağ yamaçlarına doğru...

Bir taşın dibinde gördüm onu, otların arasında: minicik bir sümüklüböcekti. Çömeldim baş ucuna, izlemeye koyuldum. Baş ucuna çömelen zebaniyi hissedip çekildi kabuğuna! Karşılıklı sabır yarışına giriştik. Baktım: bir diğeri taşın üstünde, öbürü çalı dibinde. Baş ucunda beklediğim sümüklüböcek, hayatın tam içinde olduğu için, benden daha gerçekçiydi. Usulca çıkardı başını kabuğundan, göründü yine. Kabuğu sırtında yoluna koyuldu. Yaşamına, hayata. Öyle ki, parmağımla kabuğuna dokunsam da, duraksamalar dışında geri çekilmedi bir daha.

'Yaşamımı sürdürmem kabuğumdan çıkmama bağlı' dercesine çıkmıştı kabuğundan. Tehlike sezdiği anlarda kabuğuna sinmiş, tehlikeyi savdığında çıkmıştı. 'Kabuğum zindanım değil, kalkanım benim' dercesine girip çıkmıştı kabuğuna. Kabuğunun tutsağı değildi tam tersi: kabuğuydu onunla dolaşan!

Duygusu, ışık oldu düştü içime. Sırtındakini 'kabuk' diye tanımlamaktan utanır oldum. Hayır, hayır, kabuğu değil, kalkanıydı. Düşündükçe çoğaldı sümüklüböceğin içimdeki aydınlığı. Kaplumbağa da öyle değil mi? Onun kabuğu da hem ini hem kalkanı değil mi? Tehlikeyi savsın, dokunsan da, kabuğuna ( pardon kalkanına) sarınmaz bir daha. Yaşaması buna bağlı çünkü. Dolaşmasına. Kabuğundan çıkmasına.

Birden ürperdim. Kendi düşüncem iliklerime dek titretti beni. Sırtımda odaların ağırlığıyla evden çıkarkenki duygumu anımsadım. Dallara dokundum, ıslak yapraklara. Çimenlere uzanmak, uzanıp yuvarlanmak duygusuna kapıldım. Duraladım. Duraladığım an, kabuk altında hissettim kendimi yine. Daha doğrusu kabuğuma çekilmiş gibi. Tutuklu bir duyguyla, yanıbaşında çömeldiğim sümüklüböcekten utandım.

Kabuk kavramı açıldıkça açıldı içimde, düşünmeye başladım. Kabuğunu zindanı kılan tek canlı insan diye mırıldandım kendi kendime. Kendi sözümle kendimi kırbaçladım. Çoğaldım. Evet evet, inan dışındaki bütün canlıların kabuğu onların kalkanıydı. Dünyada, kabuğunu zindanı kılan tek canlı insandı.

Bazen, yaşadığı sokak insanın içinden çıkamadığı bir kabuk olmuyor mu? O sokaktaki bir kahve yada bir spor kulübü, dükkan, şirket...Hem de ne çoktu insanın kendini hayattan kopardığı, kendine zindan kıldığı kabukları. Sevdası tükenmiş birliktelik sözgelimi. Yani: evlilik kabuğu! Sevda besininden, sevişme coşkusundan yoksun 'bir yastıkta kocamak'! Düşünürken bile kararır gibi oldum. Baktım, benim sümüklüböcek çoktan dal ucunda! Parıltılı. Işık ve damlaların oynaşı. Üstelik bilmem ki, kalkanını kimbilir nerde bırakmıştı?

Gece gündüz elde kalem ya da tuş başında satırlar arasında geçen son günlerimi düşündüm. Öyle ki, o an evde böyle solusam, yazdığım herşeyi yırtabilirdim. Zaten, İnsanı kulu kılan herşeyin kundakçısıyım! dizesini de böyle bir anda yazmıştım!

Baktım, sadece kendisiyleydi sümüklüböcek bir de hayat, bir de kalkanı. Diğerleriyle, diğer sümüklüböceklerle aynı huyda. Hangi taşı nasıl aşıp, hangi dala nasıl ulaşacaklarını, 'ölçülü biçili değişmez kurallar'a bağlı olmadan, sadece hayatın ölçüsüyle yaşıyorlardı.

'Kural dışı' duygularla yaratılmış ürünleri, 'bizim formatımıza, anlayışımıza, ölçülerimize uygun değil' diye kesip biçen 'zabit' yayıncılar geldi aklıma birden. Format kabuğu! Zindana girer gibi kesilip biçilmeye mahkûm edilmiş yazılar! Zindan zindan içinde bir hayat!

Evet, ne çok kabuk var. Örgüt kabuğu söz gelimi. Örgütü ki, insanın çoğalıp çelikleştiği en yüce kalkanı değil midir? Okyanusta her damlanın okyanus gücü taşıması gibi. Öyle olması gerekir yani. Eğer, kalkansa tabi. İnsandan damlalarına, zindan olmamışsa. Hayata kapalı her şey gibi, kabuğuna gömülen, yaşamdan kopan örgüt de can taşımaz! Ya kabuğuna gömülmüş şiir kabuğundan çıkamayan öfkeler, acılar, özlemler? Hayat taşımayan bir şarkı neye yarar?

'Damla' dedim de, aklıma geldi: küçükken derelerle ölçerdim derinliği. Derelerdi derinliğin anlamı. Sonra ımakları gördüm. Irmakla ölçer oldum. Sonra denizle, okyanusla...sonra göğü buldum, gökle ölçer oldum. Bu beni yağmura taşıdı.Yağmurdan damlaya ulandım. Damladaki derinliğin ulaşılmazlığına, en derinin damla olduğuna böyle vardım. İnsanlığın derinliği de insandan gelir eğer o insan kalkanının bilinciyle hayatın içinde ve insanlığın damlasıysa.

Bir küçücük sümüklüböcek, çoğaldıkça çoğaldı içimde. Öğretmenim oldu. Kabuğu öğrendim ondan. Hayatı canıma kalkan kılmasını. Uzanıp öpesim geldi dalucunda. Hiç ayrılmadan yanında durasım geldi. Ağlayasım. Utandım bütün ön yargılarımdan. Eğilip usulca Tanrısı var mı diye sorasım geldi zindandan daha zindan, kapkara bir kabuktan, sadece tapınılan! Ben böyle düşünürken gökyüzü gürledi birden! Bütün yaratıkların tanrısı hayattır diye gürledi sanki. Bilmem ki, irkildim de ben mi öyle duydum baktım, irkilmediği halde sümüklüböcek de öyle duymuş gibiydi! Sığınasım geldi onun kalkanına. Sonra çıkıp, dolaşasım dünyayı. Kırlangıçlar gibi. Uçuçböceklerinin, arıların öpüştüğü çiçeklerden bir sesle şarkılar söyleyerek! İçten, doğal...issiz, passız, tapınmasız! Tanrısı hayat olan!

Bir eve, bir sokağa, bir işe, bir düşe, kredilere, odalara, konuşma biçimlerine, saygı ölçülerine, düşünme türlerine, dinlere, dualara, duvarlara, kurallara, sınırlara, çantalara, bilgisayarlara...hayatı solumadan, ölüler gibi hissiz, sessiz, gömülürcesine bağlı kalmak zindan karanlığını sarınmak değil mi? Ne çok kabuğumuz var insan olarak! Nefretlerin, çekemezliklerin, bölüşmezliklerin karanlık kabuğu içinde yaşamak, nasıl bir hayat?

Kızdığım kişilere Sümüklüböcek! demenin utancıyla, dağ yamacından eve dönerken, parıldayan iziyle dolaşıyordu içimde sümüklüböcek. Kabuğu göktendi, yağmurdandı, candandı. Artık öğretmenimdi! Onun dolaştığı daldaki damlalardan duydum Hayatın Tanımı'nı. Sestendi, ışıktandı, yaşamdandı izledim, gözledim sözlere dizdim:

Yaprağın dudağında çınladı, duydum:
-Su uludur
su uludur
su uludur!

Yaprağın dudağındaki kıvılcım
yağmurun ulağıydı: minicik bir damla!
Hem evcildi hem yaban,
hem ürkek hem sokulgan..
İpekten ışıltısıyla
uçarak
toprağa indi sonra..

Uzanıp soludum yanasıya
toprağın alazlı gürültüsünü,
kınımı buldum..

Baktım, can sağıyordu arı
oğul oğul
peteğine çiçeklerden
üzüm
koruğunda kıvam kıvam tatlanıyordu
derecikte kurbağa, gökte kırlangıç, çalıda saka
ötüş ötüş tutuşmuş
sapta karınca, gülde tırtıl, sazda uçuçböceği
harıl harıldı..

Her biri kendi huyunda
havanın,
toprak ve suyun
hızıyla dönüyordu kendi özüne:
-Hayat uludur
hayat uludur
hayat uludur!
Duruldum, özüme uydum!

Yudum yudum tapınışımın nedeni budur çağlayanlara,
rüzgârın ve dağların hem yâri hem kuluyum!

Hayat uludur, hayat uludur, hayat uludur!

Su, toprak ve hava bizi korusun!

Nihat Behram / Ağustos 08