Nevzat Evrim Önal

Ve tam olarak bunu, sadece çocuk yapmamızı değil çoğalacak biçimde çocuk yapmamızı, sermayedar sınıfa sadece emeğimizi değil evlatlarımızı sunmamızı emrediyorlar.

Çocuklara aç bir düzen

Nevzat Evrim Önal

Nüfus artışını teşvik etmek için sık sık tekrarlanan “her insan rızkıyla doğar” sözü, başka pek çok idealist önerme gibi, dümdüz bir yanlış değil bir doğrunun baş aşağı edilmiş halidir. Her insan bir yanda düşünme ve eyleme, dolayısıyla üretme potansiyeliyle, yani emeğiyle, diğer yanda ise ihtiyaçlarıyla doğar.

Ne var ki insan emeğinin üretken biçimde harekete geçmesi asla bireysel bir mesele değildir. İnsan, insan olduğundan bu yana asla ihtiyaçlarını bireysel olarak karşılamaya çalışmadı, insan emeği her zaman bir toplumsal işbölümünün parçası olmuştur. Dolayısıyla doğan her yeni insanın emeğinin nasıl toplumsallaşacağı, üretime nasıl katılacağı, hatta katılıp katılamayacağı (yani “rızkını” üretip üretemeyeceği) toplumun mevcut üretim ilişkileri, yani ekonomik düzeni tarafından belirlenir. Örneğin bir toplumda emek ataleti varsa, yani çalışmasının önünde herhangi bir bireysel engel bulunmayan insanlar toplumsal düzenin işleyişi sonucunda çalışamıyor ve boşta kalıyorsa; nüfus arttığında bu âtıl bırakılan insanların da sayısı artacaktır. Diyelim ki, bir ülkede istihdam oranı yüzde 48,8 olsun, yani her bin insandan 488’i gelir getirici biçimde çalışabiliyor, 512’si çalışamıyor olsun.1 Bu ülkede yetişkin nüfus 66,3 milyonken, çalışamayan yetişkinlerin sayısı 33,9 milyon olacaktır. Bu ülkede nüfus 100 milyona yükselse, çalışamayan yetişkinlerin sayısı da en az 51,2 milyona yükselecektir.

Peki, buna rağmen neden hala nüfus artsın istiyor, üç çocuk, dört çocuk yapın diyorlar?

Çünkü nüfus arttıkça işçileri çalıştıran sermayedarların sayısı kendiliğinden artmıyor. Ama bu sermayedar sınıf, nüfus arttıkça, hem elinin altında çalıştırabileceği daha fazla işçi, hem de her insan aynı zamanda ihtiyaçlarıyla doğduğu için, daha büyük bir potansiyel talep tutar hale geliyor.

“İşsizlik” bir orandır, “yoksulluk” bir orandır, ama bu tanım kümelerine toplanıp oranları hesaplanan insanlardan her biri için hayat sefalet içinde yaşanan, başkalarının iyiliğine muhtaç olunan, insanlığın kolektif varoluşu olan üretim faaliyetinden dışlandıkları, horlandıkları, değersizleştirildikleri bir cehennemdir.

Her insana insanca, anlamlı biçimde yaşayabileceği bir hayat sunamayan bu düzende nüfusun artmasını istemek emek sömürerek yaşayıp zenginleşen vampir sermayedar sınıfın sözcülüğünü yapmaktır.

***

Peki, “doğurganlık düşüyor, soyumuz zürriyetimiz kuruyacak, üreyin ey ümmet!” çağrılarının gerçeklik payı nedir?
Öncelikle, doğurganlık oranının 2003-2014 yılları arasında nüfusun yenilenme oranı olan kadın başına 2,1 çocuk civarında sabitken, 2014-2024 yılları arasında hızlı bir düşüşle kadın başına 1,48’e inmesinin gerçekten çarpıcı olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye, bu konuda son on yılda büyük bir hızla muasır batı medeniyetini yakalamış durumda.

Erdoğan “sebep ekonomik değil, hazcılık ve eşcinsellik propagandası” diyor.2 O zaman, öncelikle, daha fazla çocuk sahibi olunmasına yönelik başlatılan ekonomik teşvikler yanlıştır ve bunların durdurulması gerekir. Ne var ki, konu gayet ve neredeyse tamamen ekonomiktir. Doğurganlık oranının düşmeye başladığı 2014, yalnızca birkaç gün önce yıldönümünü andığımız Gezi Direnişinin ardından AKP despotluğunun ipten kazıktan kurtulduğu yıl değil, aynı zamanda ekonomi büyümeye devam etse de gelir bölüşümünün bozulmaya başladığı, üretilen zenginliğe emekçi halkın erişiminin sürekli olarak azaldığı, emek ataletinin kesintisiz bir yükseliş eğilimine girdiği kırılma yılıdır. Zaten burada da AKP’nin “Gezi ekonomiye darbe vuran bir sabotajdı, bu sabotajlar sürdüğü için biz de otoriterleştik” savunması, diğer pek çok yalanları gibi tamamen uydurma değil, gerçeğin baş aşağı çevrilmiş halidir. Hemen herkesin mutlu mesut, liberallerin alayının AKP’li olduğu ve halkı da bu yönde uyuttuğu 2003-2011 dönemi boyunca AKP de pek demokrat takılmıştır; çünkü bu dönem Türkiye ekonomisinin (bolca da dış borç bularak) olağanüstü hızlı büyüdüğü bir Lale Devridir. Ekonomi kötüye gitmeye, dış kaynaklar kurumaya, pasta küçülmeye başladığında hem halkta hoşnutsuzluk hem siyasette gerilim artmış, iktidar da bu gerilimi kontrol etmek için havucu bırakıp sopaya sarılmıştır.

Doğurganlık hızında yaşanan çarpıcı düşüşte, AKP gericiliğinden hoşnutsuz olan, dolayısıyla 2014’ten bu yana giderek kararan bir ideolojik kuşatma altında yaşayan, kendi ülkesinde düşman muamelesi gören ve yurt dışına göç etmeye de en fazla eğilimli olan kentli, eğitimli kesimin çocuk sahibi olma fikrinden iyice uzaklaşmış olması kuşkusuz bir rol oynamıştır. Zaten bu kesimde yurt dışına göçmenin bir fikirden karara dönüşmesinde başlıca faktör arzulanan ya da yeni sahip olunmuş çocuğu Türkiye’de büyütmek istememek, AKP tarafından içine edilen eğitim sistemine maruz bırakmamak olmaktadır.

Ne var ki, nüfusun kentli ve eğitimli bölmesi önceden de çok çocuk sahibi olmaya meyilli değildi. Önceki kuşaklarda da üniversite mezunu, beyaz yakalı işçi ya da orta sınıf ailelerde çocuk “bir, en fazla iki” formülüyle yapılırdı. Dolayısıyla son on yılda yaşanan düşüşü bu şekilde açıklamak mümkün değildir.

Mesele şu: Türkiye’de sadece AKP karşıtları değil hiç kimse gelecekte işlerin iyiye gideceğini düşünmüyor. Ayrıca, toplumun tamamı haz peşinde koşmaya meraklı falan değil ama artık kimse kendi küçük dünyasında yaşamıyor. Arsız zenginlerin yaşadığı sefahatin boyutları kavrandıkça, yoksullar pastadan ne kadar küçük bir pay aldıklarını fark ediyor. Oy verdikleri partinin seçkinlerinin sosyal medyada videolarını yayınladığı düğünlerinde havaya paralar saçılır altınlar kasayla taşınırken kendileri evlenecekleri zaman “çamaşır makinesi mi bulaşık makinesi mi?” kararı almak zorunda kalıyor.

Örgütlü olsalardı çocuk değil devrim yaparlardı; örgütlü olmadıkları için alabilecekleri en basit insanca kararı alıyor, kendilerinden daha kötü koşullarda yaşayacağı kesin olan çocuklara anne baba olmuyorlar.

***

Erdoğan ve partisi tabii ki bu gerçeği yadsıyor ve “legebete, megebete” diye gericilik yapıp konuyu saptırıyor, çünkü başka çareleri yok. Bu ülkede en fazla ideolojik olarak kendi arka bahçelerine dönüştürdükleri yoksul emekçi halka ihanet edip zarar verdiler ve verdikleri zarar büyük bir çelişkiyle sonuçlandı. Bu gerçeği verilerle oynayarak saklayabilecek durumda değiller, zira yaşanan değişim hayli köklü ve bu değişime neden olan ekonomik faktörler onlar açısından geri döndürülebilir değil. AKP zenginlerin partisidir, zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatamaz, gelir dağılımını düzeltemez ve refahı yükseltemez, Türkiye’yi emekçi insanların endişesizce çocuk sahibi olabilecekleri bir ülkeye dönüştüremezler.

Buna ek olarak, doğurganlık hızındaki düşüşün kalıcı olması durumunda ortaya çıkacak nüfus yaşlanmasını modernleşmemiş ülkelerden gelen, sefalet koşullarına çok çocuk yapmaya meyilli olan genç göçmenlerle ikame etmeye çalışmanın nasıl bir bombanın pimini çekmek anlamına geleceğinin farkındalar.

Bu yüzden kendi tıynetlerine en uygun biçimde hareket edecek, kadına saldırmaya ama bunu “piyasa düzenini bozmadan” yapmaya hız verecekler. Erdoğan’ın doğurganlık oranlarındaki düşüşe karşı konuşurken bir kez daha kürtajdan “cinayet” diye bahsetmesi3 bunun işaret fişeğidir. Nasıl kamusal eğitimi mahvederek modern bilimsel ve laik eğitimi hayli pahalı bir metaya dönüştürdülerse, sağlığının çok önemli bir unsuru olan gebelik kontrolünü de yoksullar için erişilemez kılmaya yönelik çoktan atmaya başladıkları adımları4 hızlandıracaklar. Böylelikle zaten kendi seçmenleri olmayan kesimler için doğum kontrolü kapısını tamamen kapatmayacak, ama yoksul kadınlar arasında mecbur kalınmış çocukların sayısını artıracaklar. Ayrıca, sorunun ekonomi olmadığını iddia etseler de, muhtemelen ikiden fazla çocuk sahibi olunmasına yönelik ekonomik teşvikleri büyütecekler, ama bunu yaparken dahi asla zenginlerin çıkarlarına dokunmayacak, sosyal yardım harcamalarının içeriğini değiştirerek başka ihtiyacı olanlara verilen yardımları kısacaklar.

AKP’li gericilerin hayalini kurduğu emekçi sınıfta kadınlar örgün eğitimden erkeklere göre belirgin biçimde erken ayrılıyor, belki liseyi dışarıdan bitiriyor, üçer dörder çocuk doğuruyor ve çalışacaksa da evden çalışıp, bir yandan çocuklara bakıyor. Böylelikle erkek “eve ekmek getiren” figür olarak ailenin reisi oluyor (zira bu düzende bir ailede parayı kim kazanıyorsa ipler onun elindedir) ve sermayedar sınıfın emek üzerinde kurmak zorunda olduğu otoritenin bir kısmı evin içerisinde, işyerinde bazı işçilerin formen yapılıp diğer işçileri denetlemesi gibi, emekçi erkeğin emekçi kadın üzerinde otorite kurması ile sağlanıyor.

Sadece gericilik değil, sermaye sınıfı için de optimum model bu. Zira bu model emekçileri eşitsizliğe dayalı bir aile modeli içerisinde, birbirlerine sınıfsal olmayan ve eşitsiz bir bağlamda mecbur bırakarak, hem işçi sınıfını aile hücrelerine bölüp atomize ediyor, hem de bu sınıfa toplumsal zenginlikten verilen küçük pay ile mümkün olan en büyük nüfus kitlesini sürdürülebilir kılıyor.

Hayallerinde emekçi sınıf işçilik yapmak için gerekenden fazla hiçbir şeyi hak etmiyor. Mesela hayallerindeki emekçi ailesi birlikte yemeğe çıkmıyor, en fazla birlikte bir millet bahçesine gidip kadının önceden hazırladıklarını yiyor. Bu ailenin sofrasında et namına en fazla tavuk eti var. Bu aile ağır yoksulluk çekiyorsa, para kazanan erkek olduğu için yetersiz beslenmeye kadından başlıyor. Bu ailenin çocukları çocuk yaşta işçi oluyor, ilköğretimden sonra okuyacaksa meslek lisesine gönderiliyor ve MESEM kanalıyla daha okurken asgari ücret bile almayan işçilere dönüştürülüyor.5

***

İnsanca bir yaşam istiyorsak mutlaka bu hayalleri yıkmalıyız.

Türkiye, OECD ülkeleri içinde çocuk yoksulluğu konusunda başı çekiyor.6 Genç nüfusun dörtte biri ne eğitim alıyor ne de çalışıyor.7 Ama bir yandan da Türkiye aynı zamanda “haftada 60 saat veya daha fazla çalışma” konusunda da OECD ülkeleri arasında birinciliği kimseye kaptırmıyor.8 Yetişkin nüfusun yarıdan fazlasının çalışmadığı, çalışanların insanlık dışı koşullarda çalıştırıldığı, çocuk ve gençlerin geleceksiz olduğu bir emek cehennemindeyiz. Bu ortamda nüfus yaşlanması karşısında yaşam koşullarını iyileştirici önlemler almak yerine “daha fazla genç” yaratmaya yönelik zorlayıcı ya da teşvik edici her tür politika halk düşmanlığıdır. Ve tam olarak bunu, sadece çocuk yapmamızı değil çoğalacak biçimde çocuk yapmamızı, sermayedar sınıfa sadece emeğimizi değil evlatlarımızı sunmamızı emrediyorlar.

Yok öyle yağma. Bu ülkenin emekçi halkı kendi ürettiği zenginliğe el koyacak, sömürüyü, sefaleti ortadan kaldırıp refahın eşit bölüşüldüğü bir ülke kuracak. Ondan sonra da bu güven ve esenlik ortamında her kadın özgürce karar verecek.

Bu yazıyla birlikte soL okurlarından bir haftalığına izin istiyorum. 17 Haziran’da görüşmek üzere.