Devrimci harekette küçük burjuva bir lümpenleşme eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin halktan kopma başta olmak üzere çok fazla zararını gördük.

‘Tarih geçmişte kalmamalı’

1968 kuşağının önemli isimlerinden Tuncay Çelen ile son kitabı “Denizler’den Terzi Fikri’ye Türkiye”yi konuştuk. Tuncay Çelen, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu’nda görev aldı, bugün de TKP Parti Konseyi üyesi. Çelen, son yıllarda AKP iktidarının hummalı bir şekilde yeniden yazmaya çalıştığı yakın tarihimize, 1970’li yıllara çok kuvvetli bir ışık tutuyor. Hafızamızı tazelemekle kalmıyor, aklımızı da sağlamlaştırıyor. Yakın tarih çalışmalarındaki bir zayıflığı gidermek konusunda da önemli bir işe imza atmış Çelen. Türkiye solunun içinden gelen isimlerin yakın siyasi tarihe katkıları genelde anı aktarımı ya da bir siyasi çerçevenin anlamlandırılması ile sınırlı kalırken Çelen, belgelere dayalı, geniş bir olgusal çalışma ile katkıda bulunuyor. Olgusal açıdan zengin ama “olgusallığa” teslim olmayan, sözünü belgelerin sağlamlığı ve olguların zenginliğine yaslanarak söyleyen bir çalışma.

Sizi tanıyabilir miyiz?
1949 yılında Ankara’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Ankara’da tamamladım. 1966 yılında ODTÜ Makina Mühendisliği bölümüne girdim. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyeliği ve yöneticiliği yaptım. 6 Ocak 1969 tarihinde ABD Büyükelçisi Komer’in makam otosunun ODTÜ’de yakılması olayına karıştığım gerekçesiyle gözaltına alınarak tutuklandım. 12 Mart 1969’da tahliye olduktan sonra, aynı yıl Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu’na seçildim. Komer olayı nedeniyle ODTÜ’den uzaklaştırıldım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ne kaydoldum. Fen Fakültesi Devrimci Gençlik Derneği Başkanlığı’nı yürüttüm. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının saklandığı gerekçesiyle, 5 Mart 1971’de ODTÜ yurtlarının aranmak istenmesiyle çıkan çatışma sonucunda tutuklanarak Ulucanlar Cezaevi’ne gönderildim. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra diğer siyasi tutuklularla birlikte Mamak Askeri Cezaevi’ne nakledildim. Dev-Genç davasından yargılanarak 9 yıl ceza aldım. 1974 yılında afla cezaevinden çıktım. Tarım işçilerinin sendikal örgütlenmelerinde çalıştım. Sırasıyla Çapa-İş, DİSK Devrimci Toprak-İş, Devrimci Tarım İşçileri sendikalarında yöneticilik ve başkanlık yaptım. 68’liler Birliği Vakfı ve 68’liler Dayanışma Derneği kurucu üyesi, yöneticisi olarak faaliyette bulundum. Halen işçi emeklisiyim ve TKP Parti Konseyi üyesiyim.

Neden 70’li yılları yazmayı tercih ettiniz?
Aslında bu benim ikinci kitabım. Amacım Türkiye’deki gerçek tarihi, devrimci tarihi genç kuşaklara olduğu gibi bir belgesel olarak aktarmak. Çünkü tarihin üzerinde çok oynanıyor. Özellikle toplum mühendisleri yalanı gerçek gibi, gerçeği yalan gibi sunabiliyorlar. Bu anlamda da tarihi çok tahrif ediyorlar. O nedenle de ben “Hesaplaşma, 68 Gençliği ve Katledilişi” isimli ilk kitabımda Kurtuluş Savaşı’ndan Denizler’in idamına kadar olan dönemi incelemiştim. O da belgesel tarzda bir çalışmaydı.

Bu kitabınızda da belgelere dayalı olgusal bir anlatım var...
Evet öyle fazla sloganvari değil, kısa yorumlara yer veriyorum. Ama hepsinin dipnotlarla refere edilen belgeleri var. Mesela ilk kitabımda Alpaslan Türkeş’in CIA ajanı olduğunu gösteren bir belgeye yer vermiştim. 27 Mayıs’tan sonra ABD Büyükelçisi’nin merkeze yazdığı bir telgraftı bu: “Milli Birlik Komitesi çok gençti, altına kendi adamımız Alpaslan Türkeş’i yerleştirdik.” Çok kızdılar ama belgesi olduğu için tepki veremediler, büyütemediler. Bu kitapta da Denizler’in idamından Fatsa Belediye Başkanı Terzi Fikri’nin ölümüne kadar olan süreci aktardım.

Kitapta paralel bir anlatımla başlamayı tercih etmişsiniz. Bir yandan Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisinin gelişimini anlatırken bir yandan da Türkeş’i, MTTB’yi ve Türk-İslam çizgisinin “güçlenmesini” anlatıyorsunuz. Böyle bir paralel anlatımı neden tercih ettiniz?
Çünkü olayları, emperyalizmin sarmalındaki Türkiye ve o günün sosyal, ekonomik şartlarının içine oturtmazsak gerçeği tam olarak yansıtamayız. 12 Eylül süreci, emperyalizmin Türkiye’yi getirdiği bir nokta. Bu gerçeğin üzerinden atlanırsa, 12 Eylül bugün bazılarının anlatımlarıyla sunulduğu gibi, yalnızca beş generalle, birkaç bürokratın Türkiye’nin başına ördüğü bir çorap ve yaptırdığı zulümden, işkencelerden ibaret bir süreçmiş gibi gözükür. Arkasındaki TÜSİAD, kapitalist sistem, emperyalist sistem perdelenir. Kişilere, Turgut Özal’a, Kenan Evren’e, indirgenir.

Halbuki olay, kişilere indirgenecek kadar basit değil, bunun çok ötesinde bir sistem değişikliği. Nitekim belgelerle de ortaya koyduğum gibi 24 Ocak kararları bir günde oluşmuş değil. Hiçbir olay bir günde olmaz. Yıllar öncesinden planlanır. Örneğin bu günlerde fiilen uygulanan Büyük Ortadoğu Projesi, uzun yıllar önce, 80’li yıllarda şekillenmiştir. Bugün ılımlı İslam, ben ona uyumlu İslam diyorum, Amerikan emperyalizmiyle uyumlu hale getirilmiş bir İslami hareket, Türkiye’de taa 68’lerden beri oluşturulmaktadır. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay 68’lerde ne diyordu?

"Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam-hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz."

43 yıl sonra bugün Türkiye’nin geldiği noktadan bakarsak, emperyalistler ve işbirlikçilerin bu konuda ne kadar başarılı oldukları, ne yazık ki açıkça görülmektedir.

Kitapta, Milli Türk Talebe Birliğine ( MTTB) başlarda yer vermemin nedeni, biraz da bugünkü tablonun o günkü planların bir ürünü olduğunu vurgulamak içindir.

Eski Kültür Bakanlarından İsmail Kahraman’ın Başkanlığını yaptığı ve 29 Mayıs 1985 günü kurulan MTTB Vakfı’nın kurucularına baktığımızda, 1968 lerde, yükselen devrimci dalgaya, dalgakıran olarak örgütlenen, devrimci “68 kuşağının” gençliğinin karşısına çıkarılan “yeşil kuşağı” Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti ve MTTB üyelerini, yıllar sonra yeniden görüyoruz. Kimler yok ki:

Abdülkadir AKSU ,Dr. Azmi ATEŞ ,Ahmet BEDÜK, Ali COŞKUN, Hüseyin COŞKUN, Cemil ÇİÇEK ,Zeki ERGEZEN ,Prof. Dr. İrfan GÜNDÜZ ,M. Fatih UĞURLU,Prof. Dr. Ömer DİNÇER, Recep Tayyip ERDOĞAN, vs vs

Bugün Ergenekon adı altında, kontrgerilla olayı da tersten okunmaya çalışılıyor.
Gerçekten NATO ile birlikte 1952 yılından beri Türkiye’nin gündemine giren, bu "malum" yarı gizli örgüt, -adı ne zıkkımsa- "kontrgerilla"nın, bugün bize sunulmaya çalışılan ‘Ergenekon’ la ilgisi yoktur. Bugün Ergenekon davası adı altında muhalifler aynı torbaya konularak, aslında gerçek kontrgerilla aklanıyor.

Yıllar sonra emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin tüm marifetleri, çirkinlikleri, “başkaları” yapmış gibi önümüze "kontr-gerilla" diye, "Ergenekon" diye "cadı kazanında" pişirilmeye çalışılan garip bir "bulamaç" olarak getiriliyor. “Sütten çıkan AK kaşık emperyalist kapitalist sistemin , KARA geçmişi, AKP ile AKlatılmaya çalışılıyor..

Her şey atılıyor bulamacın içine. Çete artıkları, ipliği pazara çıkmış miadını doldurmuş "küçük" adamlar, "darbe meraklısı" zanlılar, birbirlerine "alo" diyen sanatçılar, gazeteciler, iş adamları, muhalifler.

Ama bulamaç, adeta yumurtasız "omlet". İçinde her şey var ama, ABD yok, CIA ajanları yok. "Kontr-gerillayı" kontrgerilla", "Ergenokonu" Ergenekon yapan asli failler yok. Taylan Özgür cinayetinden, Sivas-Maraş-Çorum katliamlarından, ABD emperyalizmden, CIA'dan, Özel Harp Dairesi’nden, ülkücü ve dinci katillerden, ABD'nin 12 Eylül oğlanları yok.

Ve bize ”buyurun” diyorlar , yerseniz size yumurtasız, ABD'siz, CIA'sız, NATO'suz , 12 Martsız, 12 Eylülsüz , devletin içinde olmadığı bir garip ‘Ergenekon Terör Örgütü’ "omlet"i.

ABD'nin emir eri adı AK, kendi KARA bir partinin iktidarda olduğu, ordusu NATO'YA bağlı bir ülkede, kökü NATO'ya, CIA'ya, ABD emperyalizmine uzanan bir yarı resmi, yarı legal "terör örgütü" açığa çıkartılabilir mi ?
Elbette çıkartılamaz. Nitekim “egemenlerin”, “terör örgütleriyle” pek de bir dertleri yok. Maksat sapla, samanı karıştırmak. Hedef şaşırtarak, hainler aklanmaya çalışırken, insanların belleklerini kazımaya, gerçekler yerine yalanlarla doldurulmaya, genel olarak "sol"u kirli göstermeye çalışmak.

Kontrgerilla gerçeğini de bugüne kadar geliş sürecini de bu nedenle anlatıyorum kitapta. Bugün aslında o gün İlim Yayma Cemiyetleri ile, Komünizmle Mücadele Dernekleriyle oluşturulan, arkasında “Ergenekon”un, doğru ifadeyle kontrgerillanın olduğu yani CIA’nın, ABD’nin olduğu bir olay bu günlere taşınmıştır. Bugün yine aynı insanlar iktidardadır. “Ergenekon Terör Örgütü” suçlamasıyla kontrgerilla faaliyetleri solun, yurtseverlerin üzerine yıkılmak istenmektedir. Gerçeği anlatarak özellikle genç kuşakların bunları görmesini sağlamak istedim.

Bugün 12 Eylül’ün oluşturduğu bir kadro 12 Eylül’e karşı çıkar gibi bir tavır takınıyor. Bunu takınırken de bizzat o oluşumun, kontrgerillanın ürünü olan Menderes, Özal, Erdoğan bilboardlarda “özgürlük savaşçısı” ilan edildi. Oysa Turgut Özal 12 Eylül’ün ta kendisi. Nasıl ta kendisi? Özal, 12 Eylül sürecinin başbakan yardımcısı. 12 Eylül niçin yapıldı? 24 Ocak Kararlarının Türkiye’de uygulanması için. 24 Ocak Kararlarına Turgut Özal karar vermedi.

Ondan bir yıl önce Guadelup’ta 6 Ocak 1979’da ABD Başkanı Jimmy Carter, İngiltere Başbakanı James Callaghan, Fransa Devlet Başkanı Valery Giscard D’Estaing ve Batı Almanya Başbakanı Helmut Schmidt biraraya geldiler. Görüşmeler sonucu Türkiye için kararlar şunlardı:

Uygulanmakta olan karma ekonomi anlayışı tamamen terkedilecek. Kamu ekonomiden tamamamen çekilecek. KİT’ler özelleştirilecek. Tüm sübvansiyonlar, devlet destekleri kaldırılacak. Sermaye tamamen özgürleştirilecek. Kapitalist piyasa ekonomisinin önündeki tüm engeller kaldırılacak. Bunlar mevcut sistem içerisinde yapılamıyorsa, darbe yapılacak.

Bunlar gerçekten de Başbakan Demirel’in müşteşarı Turgut Özal ve ekibi tarafından 24 Ocak 1980 tarihinde “Ekonomik Tedbirler Paketi” olarak açıklandı. 24 Ocak Kararlarları ile, Türkiye'yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açacak, emeği “köleleştirirken”, sermayeye tam bir “özgürlük” sağlayacak “vahşi kapitalizme” geçişin temelleri atılıyordu. Ama, devrimci mücadele ezilmeden, halk muhalefeti susturulmadan 24 Ocak Kararları uygulanamazdı.

Nitekim bunların tümüyle hayata geçirilebilmesi 12 Eylül 1980 faşist cuntası ile mümkün olabildi.

Demirel’in Müşteşarı olarak, bu kararları yaşama geçiremeyen Özal, ancak 12 Eylülden sonra , 12 Eylül Cuntasının Başbakan Yardımcısı olarak uygulayabilecekti.

İşin ilginç yanı, 12 Eylül Faşist Cuntasının Başbakan Yardımcısı “Özgürlük Savaşçıdır.” Özal’ın danışmanı, Özel Harp Dairesi eski Başkanlarından Kemal Yamak’tı. Yamak, işkencelerin yapıldığı Diyarbakır Cezaevi’nin sorumlusu olarak, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı olarak da görev yapmıştı. Şimdi böyle bir insanla birlikte çalışan biri nasıl oluyor da 12 Eylül’e karşı oluyor, işkencelere karşı oluyor ve özgürlük kahramanı oluyor? Bir de bu çelişkileri vermeye çalıştım. Özal, cumhurbaşkanı olduğu zaman da aynı Kemal Yamak özel kalem müdürü oluyor. Kitapta da yer verdim, ilginç bir şeydir, Özal’a kadar olan dönemde cumhurbaşkanı olabilmek için iki tane önemli kıstas var. Birincisi Kore Savaşı’na katılmış olmak. İkincisi de ABD’de işkence okullarından yetişmiş olmak. Bunları da isim isim, soyut değil, somut olarak koyduk ve bugünlere nasıl gelindiğini kitapta anlatmaya çalıştık. 12 Eylül sadece Evren’in değil, sadece üç tane askerin yaptığı olay değil, emperyalizmin iktisadi, siyasi, bölgesel bir planının uygulandığı bir aşama. Bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nde de yine aynı şeyi görüyoruz. Şu anda da Türkiye’yi üs olarak kullanlarak süreç devam ediyor. İşte en son İzmir’i bölge üssü haline getirme planı ortada. İncirlik ABD üssünden kalkan uçaklar hâlâ Ortadoğu halklarının üzerine ölüm kusuyor..

Fatsa ve tabii dolayısıyla Terzi Fikri’ye geniş bir yer verilmiş kitapta. Dönemin finali olarak neden Fatsa’yı aldınız?
200’e yakın kitap okudum döneme ilişkin, 70’lerden 12 Eylül’e kadar olan süreçle, hatta 12 Eylül ile ilgili yayınlanmış kitaplarda, , yaşananlar sadece bir “vur-kır” gibi gözüküyor. İşte öldürme, vurma, kırma, yaralama... “Ne kadar acı çektik” edebiyatı yapılıyor. Elbette acı çekildi. Ama bu bir acı ya da mağduriyetten ziyade ciddi bir devrimci kavga, devrimci mücadele idi. Sadece vur-kır yok. Bu karşı tarafın devrimcileri köşeye sıkıştırmak için yaptıkları bir provokasyon. Ama Fatsa’da da görüldüğü gibi sürecin bir noktasında sol kitleselleşmeye başlıyor. Sosyalizmin tomurcukları açmak üzereyken yok ediliyor. Sol gösterilmeye çalışıldığı gibi, anarşist, marjinal gruplardan oluşmuyordu. Kitlelerle, işçilerle, köylülerle, Alevilerle bütünleşme sürecine giren bir sol vardı. Fatsa’da da yaşandığı gibi bütün partilerin tabanı neredeyse birleşmişti. Demirel de meşhur bir sözle bu durumu ifade etmişti. Çorum’da provokasyonlar olurken, Aleviler katledilirken, Hitler Almanyası’nda bile olmayan işkenceler yaşanırken -şimdi gençler biz bunları söyleyince abartıyoruz zannediyorlar, halbuki korkunç işkenceler yaşandı- Demirel “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” diyordu. Bugün “yurtsever” olarak pazarlanan Demirel. Bu nedenle kitapta Fatsa’yı ve Terzi Fikri’nin yaşamını çok kapsamlı bir şekilde anlatmaya çalıştım. Çünkü Fatsa olayını ve Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’i, hak ettiği ölçüde değerlendiren kayda değer fazla bir eser göremedim. Devrimci Yol geleneğinden gelen arkadaşlar bana kızmasınlar. Onların bugüne kadar yaptıkları tüm çalışmalarından yararlandım. Emeklerine saygısızlık etmek istemiyorum ama Terzi Fikri’ye de saygısızlık etmediğim için Fatsa olayını ve Terzi Fikri’yi daha detaylı bir şekilde ele aldım.

Fatsa sizin de vurguladığınız gibi yerelleşme ve kitleselleşme kavramlarının Türkiye solu açısından en fazla ete kemiğe büründüğü örnek oldu. Bugün de düzenin gündeminde bir yerelleşme başlığı var biliyorsunuz. Ve buna soldan tutunmaya çalışanlar Fatsa örneğini veriyor. Gündemdeki haliyle yerelleşme başlığının sol açısından olanak barındırdığını düşünüyor musunuz?
Böyle bir olanak sunduğunu sanmıyorum. Geçmişten ders çıkarmamız lazım. Böyle bir olanak sunar denirse Fatsa en güzel örnektir. Türkiye’nin bir bütün içinde sosyalizme varması gerekiyor. Tekil örnekler “nokta operasyonlarıyla”, nokta atışlarla kolaylıkla yok edilebiliyor. Bunu yaşadık, gördük. Bu tür örnekleri yaşatmazlar. İşte bugün de Hopa’ya saldırıyorlar.

70’lerin soluyla bugünün solunu karşılaştırdığınızda ne düşünüyorsunuz?
Bugünün solunun 70’lerle karşılaştırıldığında hem avantajları hem de dezavantajları var.. 70’lerin avantajı şu: Her şeyi kendi tarihsel süreci içinde değerlendirmek lazım. 60’lardan başlayarak tüm dünyada bir devrimci yükseliş var, ulusal kurtuluş mücadeleleri, Küba Devrimi var. Vietnam’da bir avuç Vietkong ABD’yi dize getiriyor. SSCB’nin başarıları sürüyor. Sosyalizmin prestiji yükselişte. Tüm bunlar Türkiye’ye de yansıyor. Aydınlarda ve gençlerde sosyalizme ilgi büyük. Dünyanın en güçlü gençlik örgütlenmelerinden biridir Dev-Genç. Yakından biliyorum, ilk döneminde yürütme kurulunda yer aldım. O günkü partilerden de güçlü. CHP bir yerde miting yaparken Dev-Genç altı yerde birden miting yapabilirdi. Ciddi bir gençlik örgütlenmesi vardı ve bugünden ya da 74 sonrasından farkı, araştıran, öğrenen, örgütlenmeye yatkın bir gençlikti. Köylüyle, işçiyle örgütlenme arayışı içinde olan bir gençlik. Sonraki yıllarda tersine dönüştürüldü. Gençlik üniversite içinde hak ararken fazla dikkat çekmedi. Nasılsa bizim çocuklarımızdır bunlar, bağırırlar çağırırlar ama sonra bize hizmet ederler diye düşünüldü. Nitekim uzun vadede bu da gerçekleşti. Bugün Ortadoğu’daki petrol aramaları vb bir dizi çalışmayı ODTÜ’den mezun olan insanlarla yürütüyorlar. Ortadoğu ülkelerinin sömürülmesi ODTÜ’den mezun mühendisler aracılığıyla oluyor. Nitekim ODTÜ de o amaçla kurulmuştu. ODTÜ’de o dönemde farklı bir eğitim de verildi bize. Düşünebilen, inisiyatif alabilen bir şekilde yetiştirmeyi hedefleyen bir eğitimdi. Çünkü hem ABD sistemini bileceksin, hem İngilizce’yi ana dilin gibi bileceksin, hem de müslüman olacaksın. Ortadoğu ülkeleri için biçilmiş kaftan onlardan birisin ama onlardan daha yeteneklisin. Oralarda emperyalizmin çıkarları için çalışacaksın. Ortadoğu halkını güdüleyebilmek için inisiyatif sahibi olacaksın.

Ama bizim kuşak bunu tersine dönüştürdü. Düşünerek kendi halkımızın ABD tarafından ne şekilde sömürüldüğünü gördük ve ona karşı bir mücadele yükseltildi. Bunun tek başına gençlikle olmayacağını gördük. Yoksul köylere, kırlara gittik, onlarla beraber toprak işgallerine katıldık. İşçilerle bir arayış içine girdik, fabrika işgallerine katıldık. Bu arayış ürküttü kapitalist, emperyalist sistemi. Acımasızca saldırdılar. Önce polisle, arkasından bir bir Taylan Özgür’den başlayarak nokta vuruşla öldürmeye başladılar. Biz de kendimizi korumak için, meşru müdafa için silahlanmak zorunda kaldık. O zaman da derler ya “delikli demir icad oldu mertlik bozuldu”, o hesap. Artık sol liderler en iyi okumuş, en iyi kavrayan, güzel konuşan, güzel yönlendiren, aklı başında insanlardan değil en iyi kavga eden, en iyi silah çeken cengaverlerden oluşmaya başladı. Devrimci harekette küçük burjuva bir lümpenleşme eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin halktan kopma başta olmak üzere çok fazla zararını gördük. Ne yazık ki o dönemde TİP de kucaklayamadı gençliğin o zamanki devrimci mücadelesini. enerjisini sosylizmin inşasında doğru kanallara taşıyamadı. Eski tüfekler de, o zamanın abileri, babaları da kapsayamadı gençliği. Çünkü illegalite koşullarında yetişmiş. küçük toplulukları yönetmeye alışmışlardı. Birden ordu gibi büyüyen bir toplumsallığı yönetemediler. Gençliği sahiplenen bir partisi yoktu. 68 Gençliği, 78 gençliği bir anlamda kendi göbeğini kendisi kesti. Bugün böylesine güçlü bir gençlik hareketi yok, güçlü bir işçi hareketi yok. Ama cidden ne yapacağını bilen, emekçi halkın bir partisi var, vicdanı var, aklı var. Buradan başlayarak bir çekirdek yetişiyor. Bunlar daha az hata yapacaklardır. Bu akıl yavaş yavaş da olsa işçilerle, halkla da bütünleşmeye başladı. Bu Türkiye’nin şartlarında olumlu bir gelişmedir.

Kitapta özellikle önem taşıdığını düşündüğünüz belgeler neler?
CIA’nin Türkiye’ye dönük Yeşil Kuşak ve ılımlı İslam kuşatmasını gösteren belgeler önemli. Yukarıda sözünü ettiğim 29 Mayıs 1985’te yeniden kurulan MTTB Vakfı’nın kurucu üyelerinin listesi önemli. 12 Eylül çocuklarının bugünün kadroları ile örtüşmesini göstermek açısından. Bir başka belge 12 Eylül felsefesinin bir özeti olan Aydınlar Ocağı manifestosu.

Araştırmanız sırasında karşılaştığınız tuhaflıklar oldu mu?
Çok fazla kaynak taradım. Döneme ilişkin kitaplarda çok temel bilgilerin yanlış olduğunu gördüm. Örneğin, Terzi Fikrini Fatsa Belediye Başkanı seçildiği tarih, 12 Eylül’den sonra Fatsa’ya dönük nokta operasyonun tarih, birtakım isimler birden fazla kaynakta yanlıştı. Ama en korkuncu Hürriyet Gazetesi’nin Fatsa’ya dönük nokta operasyonunu bir gün önceden olmuş gibi manşetten vermesiydi. Haber sızdırılmış, operasyon ya bir gün ertelenmiş ya da bir gün karışıklığı olmuş ve “nokta operasyonu” daha yapılmadan, yapılmış gibi, uydurma olaylarla beslenerek manşetten verilmişti.

Yeni kitap düşünceniz, çalışmanız var mı?
“Yeşil Kuşak Sarmalında Türkiye” başlıklı bir çalışma planlıyorum. 12 Haziran sonrası ortaya çıkan tablo ile iyice belirginleşti, ılımlı ya da “uyumlu” İslam çizgisiyle Türkiye’nin ABD’nin Ortadoğu’daki planları için bir üs olarak kullanılması söz konusu. Bu sürecin emperyalizmle bağlarını özellikle gençlerin çok somut olarak görmesi gerekiyor. 12 Eylül’den bugüne gelen süreç içerisinde de bu bağlantıları somut verilerle, açığa çıkarmaya çalışacağım. Sanıyorum bu konunun derinleştirilmesi, bir bir buçuk yıllık bir ön çalışmayı zorunlu kılıyor.