Kuşkusuz AKP eteklerinde yorumculuk yapmak sosyalizmin gelişmesi için çabalamaktan daha kolay oluyor.

Belge'nin tarih çiziktirmeleri

Murat Belge son olarak “Hopa’da adam öldüğü, bir başkasının ağır yaralandığı haberini okuyordum. Nedir, nedendir, Türkiye’de ‘siyaset’ denince böyle bir şey anlamak gerekir? Ortalık kan revan içinde kalmadıkça siyaset siyaset olmaz? Birileri bununla AKP’ye oy kaybettireceğini umuyor herhalde” incisiyle gündeme geldi.

Böylece Belge dört dörtlük bir AKP'ci yorum ortaya atmış ve kanı dökülen solcuların anti-AKP bir seçim kampanyası yürüttüklerini iddia etmiş oluyordu.
Belge'nin aklına Erdoğan'ın, 2009 itibariyle sol oyların yüzde 60'ın üzerinde ve AKP oylarının ise yüzde 30'un altında olduğu Hopa'da ne sebeple miting yaptığını sormak gelmemişti.

Ama Belge yaşamını kaybeden Metin Lokumcu'nun ÖDP üyesi olduğunu da mı duymamıştı? Bilmeyen veya unutanlar için not edersek, Murat Belge de bir süre öncesine kadar aynı partinin üyesiydi!

Murat bey, İletişim yayınlarının Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, cilt 8, Sol kitabına yazdığı “ana çizgiler” yazısında ÖDP üyeliğini belirtir. Bu kitabın birinci baskısı 2007, ikinci baskısı 2008'de yapılmış...

Belge'nin eski partili arkadaşı hakkındaki bu Tayyipvari bakışı bu yazının vesilesi. Ama konumuz bu değil. Konumuz “Türkiye'de Sosyalizm Tarihinin Ana Çizgileri”.

1960'ların Demokrasisi
Belge'nin Sol derlemesine birinci yazı olarak giren çalışması bir vesileler girişiyle başlar ve Osmanlı-Türkiye tarihine ilişkin, solu tartışmak için bir arkaplan sunma amacıyla sınırlı bir özetle devam eder.

Yazının kurgu ve dilindeki özensizliği ve savrukluğu bir kenara bırakacağım. Ama sosyalist hareketin 1920'deki kısa süreli toplumsal canlılığından sonra, asıl önemli ve kitlesel bir güç haline geldiği 1960'lara bakışın üstünden atlayamayacağım.

“27 Mayıs'ın getirdiği 1961 Anayasası, nüfusun büyük çoğunluğunun köylü (ve mantık gereği 'cahil') olduğu bir toplumda, bu seçmenleri kandıracak kötü niyetli bir hükümetin kazandığı iktidarı suiistimal etmesini önleyecek hükümlerle dolduruldu ve buna göre kurumlar kuruldu. Seçim düzeni DP'nin devamı olduğunu iddia eden partiyi iktidara getirmişti sonunda ama 27 Mayıs ürünü yasalar ve anayasa iktidarın iktidar kullanımını kısıtlıyordu. Anayasayı yapanlar, okumuş kentli nüfusu cahil kırsal yığınların yanlış siyasi tercihlerinden korumak için aldıkları tedbirlerle 'yürütme'yi kısıtlamış oldular bu da, Türkiye'nin kendine özgü koşullarında, bir 'demokratikleşme' imkanı gibi göründü.” (s.25)

Bu pasaj karakteristiktir. Ancak biraz anakroniktir de. Zira Belge, olsa olsa günümüz “AKP solculuğunun” uyacağı böyle bir arkaplanın önüne 1960'lardan bir sol bulup yerleştiremeyecektir. Ana çizgiler, aslında 1960-1980 dönemi solculuğun üstüne atılan çizikler olacaktır.

1961 Anayasasının nüfusun çoğunluğunun önünü kesmeyi gözettiği fikri yazıda desteklenmeksizin bırakılır. Oysa yazar, istese 1960'ların ikinci yarısından 1980'lerin başına kadar, yani on beş yıla yakın bir süre, 1961 Anayasasının topluma bol geldiği, istikrarsızlığa neden olduğu yolundaki sağ argümanlara kolaylıkla ulaşabilirdi. 27 Mayıs darbesinin resmi bayram olduğu koşullarda Demirel ekolünün eleştirisi böyle bir kisveye bürünmüştü. Sağa kalırsa, 27 Mayıs Türkiye'de hiç yapılmaması gereken bir işi yapmış ve solu serbest bırakmıştı!

12 Mart döneminde başlayan Anayasayı tırpanlama denemeleri, asıl hedefine 12 Eylül sonrasında ulaşacaktı.

Kentli azınlığın köylü çoğunluktan “korunduğu” ise, kısaca ve özetle doğru değildir. 1961 Anayasasının konuyla bağlantılı hassasiyeti, 1950'lerin siyasal iktidara neredeyse tekel gücü ikram eden yapısını değiştirmekle ilgiliydi. O kadar ki, yeni rejime eşlik eden seçim sistemi, içerdiği milli bakiye hesaplamasıyla tek bir oyun mecliste karşılıksız kalmaması arayışındaydı. Türkiye İşçi Partisi bu sayede aldığı oyların oranına milimetrik biçimde isabet eden bir temsil oranına kavuşacaktı.

Eğer köylülük Türkiye sağı anlamına geliyorsa, 1960'lar “demokrasisi”nin diğer dinamiklere de adaletli bir temsil olanağı sunduğu ve bu anlamda pratikte ve ister istemez sağa “tedbir getirdiği” söylenebilir. Ancak içinde adalet duygusunu barındıran ve Demirel'i, 12 Mart generallerini üzen bu tedbirlerin Murat Belge'yi neden rahatsız ettiği belli değildir.

Tarihsel olarak 1960'ların yarattığı rahatsızlık, düzenin istikrarsızlaşması ile açıklanmıştır ve bu, kuşkusuz sağ, muhafazakar, konformist bir açıklamadır. Belge ise, çoğunluk-azınlık demagojisiyle daha örtük bir sağcılık geliştirmeyi denemektedir.

Öte yandan 27 Mayıs'ın bir askeri darbe olması, onu önceleyen dönemin aydınlık, izleyen dönemin ise karanlık olmasını gerektirmez. Kırların kentlere oranla daha cahil olması ise dalga geçilecek bir tuhaflık değil, açık seçik bir dünya gerçeği değil midir?

Kimin demokrasisi?
Zaten asıl konuya, sol harekete geldikçe, 1960'ların dalga geçilen demokrasisi ile kısa süreli de olsa solun yaşadığı bahar eşleşecektir. Yeri gelmişken, demokrasi tartışmasının solsuz ve emekçisiz, bütünüyle düzen içi yapılar çerçevesinde yürütülmesine bir itiraz notu düşmek isterim. 1960'lar dahil herhangi bir periyot demokrasi açısından değerlendirilecekse, emekçilerin özgürlük alanı ve solun etkisi birinci derecede dikkate alınmak durumundadır. Demokrasi burjuva siyasetinin kanatları arasındaki dengeden çok daha fazla mücadele halindeki toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerle ilgili bir konudur. Bana sorarsanız, 1960'ları görece demokratik kılan da aralarında Türkeş'in de yer aldığı subayların eyleminin kendinden menkul özellikleri değil, işçi sınıfının ve onu temsilen sosyalist hareketin doldurduğu alandır.

Sinop'tan Bakü'ye yol var mı?
Sonra sola geliyoruz... Belge'nin Mustafa Suphi'yi Sinop'tan Bakü'ye kaçırmasına ise bir özensizlikten ibaret olmakla birlikte takılmak durumundayım. Karadeniz değil Hazar kıyısındaki Bakü, Suphi'nin daha sonraları gittiği yerlerden biridir ve 1920 Eylülünde hem Komintern'in Doğu Halkları Kurultayı, hem de TKP'nin Kuruluş Kongresi de burada toplanacaktır.

Ama Bakü, Suphi'nin 1914'te Sinop'tan kaçtığı ve “sosyalizmle tanıştığı” yer olmak için biraz uzak kalır!

Çekoslovakya böler mi?
Lakin Türkiye solunun “parçalanması”nı Çekoslovakya ile açıklamak, özensizlikten de öte bir yanlıştır.

Çekoslovakya olaylarına 34. sayfanın ikinci sütununun sonunda girilir. Aybar'dan başlayarak konuyla ilgili Türkiye solunun konumlanışlarına şöyle bir değinilir. Bunun bittiği nokta 35. sayfanın birinci sütununun son paragrafıdır:

“Böylece sol harekette parçalanma da başlamış oldu. Zamanla bu parçalanma artarak devam etti ve '70'lerin sonunda kırk küsur fraksiyondan söz edilir oldu.” (s. 35)

Solda bölünme süreçlerinin Çekoslovakya olaylarıyla bağlantısı pek kısmidir. Dönemin TİP Genel Başkanı Aybar ile Boran-Aren arasında ilk etapta bir farklılık da kendini göstermemiştir. Elbette konu çok önemlidir. Ancak bölünmeleri belirlemesi hiçbir biçimde söz konusu olmamıştır. Kim bilir, belki de unutkan Belge'nin içinden solun parçalanmasında bir Rus parmağı görmek geçmiştir!

Özensizlikse sürer. Solun parçalanmaya başladığı tespitinin hemen ardından “1968'den 12 Mart'a Doğru” ara başlığını görürüz. Bu ara bölümün içinde Talat Aydemir hareketinden de söz eder yazar. Bu sırada tarih olarak “60'lar” denmekte ve okuyucu basitçe yanılgılar karşısında savunmasız bırakılmaktadır. Zira Talat Aydemir ilk darbe girişimini 1962'de, ikincisini 1963'de denemiş, 1964'te de idam edilmiştir. Olay ara başlıkla açılan 1968'den dört yıl önce kapanmıştır aslında!

Aşırı uçlar
Ancak iri yanlışların yanında bu tür sürçmeler sevimli bile sayılabilir.

“Solun hapishanede geçirdiği yıllarda örgütlenmesini genişletme imkanlarını bulan MHP ve onun gençlik örgütü Ülkü Ocakları, bir 'kan davası'na hazırlanmıştı. Çatışma bir kere başladıktan sonra, aşırı sağın da manevra alanı alabildiğine genişleyecekti.” (s. 40)

12 Mart sonrasına böyle giriliyor. 1970'lerin sonları ise şöyle yorumlanıyor:

“'Sağ' ile 'Sol' arasında, herhangi bir modern toplumda varolması son derece normal olan, kıyasıya geçmesi de yine olağan sayılan çatışma, böylece, bu görüşleri en 'uçta' temsil edenlerin denetimine verilmiş oldu.” (s. 41)

Murat Belge'ye göre 1970'lerin çatışma ortamı aşırı uçlar arasında bir düello, bir kan davasıdır. Bu yaklaşımın aşırı yüzeysel olduğunu söylemek durumundayım. Dahası, zaten yürütülen operasyon 1960'larda emekçilerin mücadelesini, işçilerin hak arayışlarını, ülkenin bağımsızlığını, aydınların demokrasi taleplerini, Kürtlerin eşitlik ve adalet isteğini vb ifade eden “sol”u, uça itmeyi hedefliyor, bu anlamda önce siyaset yelpazesinde marjinalleştirmeyi amaçlıyordu. Sol, halkın vicdanı sayılmaktan çıkıp “aşırı uç” haline geldiğinde kaçınılmaz biçimde daralma, ufalma yoluna da sokulmuş olacaktı.

Faşist hareketin ve devletin terörünü böyle okumak gerekir. Bu anlamda sosyalist hareket gayrı meşru bir “aşırı uç” değildir.

Faşist hareket ise, düzenin merkez güçlerinin çok çok sağında, özerk bir bölgede iş çevirmiyordu. 1970'lerin ikinci yarısında giderek berraklık kazanan, askeri darbeye uygun bir atmosfer yaratma stratejisi düzenin (ve emperyalizmin) merkezi yaklaşımı olmuş, MHP bu anlamda merkezi bir misyon ifa etmiş, hiç de “aşırı uç”ta yer almamıştır!

Ancak Belge darbeye giden yolu da bir tuhaf yorumlar:

“Bu adı konmamış iç savaş durumu büyük bir gerilim ortamı yarattı (...) sağın ve solun 'ana' partileri, savaşan uçları durduramazlardı, çünkü o uçlar üzerinde böyle bir otoriteleri yoktu. Bu durumda demokrasiyi korumak için yanyana gelebilirlerdi. Oysa Demirel'in hırçın politikası bunu aşağı yukarı imkansızlaştırmıştı (...)
“Böylece toplum 1980'de gerçekleşen üçüncü darbeye doğru, dümensiz ve serdümensiz sürüklendi.” (s. 41, 42)

Burada emperyalizmin Şili'den Afganistan'a, Türkiye'ye kadar geliştirdiği önlem seti yok. Dünya ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı sonrasına damga vuran büyüme evresini kapatan kriz yok. Kalkınmacı, sanayileşmeci, ithal ikameci dönemin sonuna gelinişi yok. Faşist çetelerin CIA ve TSK bağlantılarıyla düpedüz kontrgerilla olarak yapılandırılması yok. İşçi sınıfının mücadelesi yok. Demirel'in hırçınlığı var!

Belge'nin hafızasını mı kutlayalım, bilimsel yöntem anlayışını mı siz karar verin!

Geri sol, çıkışsız sol
Belge'nin hatırladığı sol, “liberal” ve “entelektüel” her şeye düşmandır! (s. 46) Milliyetçidir. Devletçidir. Altı okçudur. Ve cahildir.

“Daha eğitimli üst sınıflar, 'egemen sınıf' kategorisine girdiği için, 'sosyalist militan' onları ve değerlerini dışlamak durumundaydı.” (s. 46)

Öyle ki, sosyalist hareketin olağan durumu, kadını aşağılamayı içeriyordu. Solcunun ne yemek zevki vardı, ne müzikten anlardı. Sanat yararsız addedilirdi.

Murat Belge ise aşırı ölçülerde unutkan değilse, solu aşağılamayı ilke edinmiş bir yalancı olarak görülebilir.

Türkiye sosyalist birikimini abartmak yersiz ve temelsizdir. Ancak, genel olarak solcu olanların tamamını falan değil, sadece komünistleri, TKP'nin tezgahından geçmiş olanları bile 20. yüzyıl Türkiye'sinin entelektüel yaşamından dışarı atarsanız, geriye bir enkaz kalacağından emin olabilirsiniz. Ruhi Su varken, solun müziksiz olduğunu söyleyebilmek cüret işidir doğrusu.

Sosyalist hareketin düzenin çeşitli sektörlerine yaptığı kadro transferlerini iyi bilen Belge'den biraz daha titizlik beklerdim doğrusu!

Bitiriyorum. Belge, sosyalist hareketin kendisini önceleyen akımlar tarafından belirlendiğine işaret ediyor ve son cümleyi şöyle yazıyor: “Böyle bir ortamda sosyalizmin gelişmesi imkansız değilse de çok zor olmalıdır.”

Belge çizgilerin üstüne işte böyle çizik atıyor. Kuşkusuz AKP eteklerinde yorumculuk yapmak sosyalizmin gelişmesi için çabalamaktan daha kolay oluyor.

Aydemir Güler

Murat Belge, “Türkiye'de Sosyalizm Tarihinin Ana Çizgileri”, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, cilt 8, Sol, İletişim yayınları, İkinci baskı, İstanbul, 2008.