1930’lar kemalizminin Koçak Hamamı’nda yankılanan sesinden başka ses işitemediğimiz kakafonik çalışma yeni tarih tezinin kalibresinin göstergesi niteliğindedir

Yankılanan Ses Kimin?

Cemil Koçak’ın, ilgi çekici bir isme sahip olan yeni kitabı, Dersim İsyanı, İkinci Savaş’ta camilerin işgâli, CHP’nin sol ile ilişkisi, komünizm-kemalizm ilişkisi gibi günümüzün sıcak başlıklarına “değiyor”. Tek ilginçliği ismi olan kitap liberal-muhafazakâr sentezin tarih tezine katkıda bulunurken yeni tarih tezinin kalibresini göstermek açısından ibretlik.

Cemil Koçak
Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler
İletişim Yay., 2011, 304 sayfa.

Giriş yerine keçiboynuzu
Cemil Koçak imzasıyla 2011 yılında İletişim Yayınları’ndan Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler isimli ilgi çekici bir başlığı olan bir kitap yayımlandı. Kitabın ilginçliği ise kapağını açtığınız andan itibaren, hadi haksızlık etmeyelim Koçak’ın önsözünü okumaya başladığınız andan itibaren ortadan kalkıyor.

Cemil Koçak, Sunuş’a arşiv, iktidar, suskunluk, kitleler/bireyler üzerine bir tartışmayla başlıyor. Tartışma yerine keçiboynuzu demek daha mı doğru olur diye düşünmeden edemiyor okuyucu. Örneğin, Koçak 12. sayfada demektedir ki:

“...seslerini duyuramayanların, sesleri duyulmayanların kendi ifadeleri büyük ölçüde ve çok kez yitirilmiştir ve onlara ulaşmak çok güçtür.”

Hemen birkaç satır altında Koçak şöyle yazmaktadır:

“Suskunların, seslerini çıkar(a)mayanların, sesleri duyul(a)mayanların, sesleri boğulanların seslerini işitmek için ne kadar gayret edersek edelim, onları ilk elden duyma imkânımız zayıftır.”

Yine aynı sayfada Cemil Koçak demektedir ki: “[…] suskunların dilinin çözülmesi, her zaman olmasa da, çok kez yine iktidarın üzerinden ve onun sâyesinde, onun aracılığıyla gerçekleşir.”

Bu ifadenin sayıyla 4, yazıyla dört satır altında ise Koçak şöyle demektedir:

“Onları (suskunlar, sesleri bastırılmışlar...) ancak iktidârın izin verdiği ölçüde ve onun gerekli gördüğü durumlarda yeniden duyabiliriz.”

Sayfa 13’te Koçak muhalefeti nasıl tanımladığını söyler: “Muhalefeti de iktidarın bakış açısından tanımlıyorum.” Sayfa 14’te okuyucunun bu konuyu anladığından emin olmak ister:

“[...] benim burada muhalefetten anladığım tek şey, bizzat iktidarın kendisine muhalif olarak gördüğü muhalefet çeşitleri ve şekilleridir.”

Dahası da var. Cemil Koçak, iktidarın dikkate almadığı muhalif akımların da olabileceğinden bahseder. Ancak bunları bilmemizin olanağı yoktur. “Çünkü, iktidâr, onlar için bilgi verme ihtiyacı hissetmemiştir” (sf. 14). Yani Koçak, iktidar dikkate almadığı muhalif odaklar konusunda belge üretmediğinden, iktidarın ürettiği belgelerde bu muhaliflere rastlamamız mümkün değildir, demektedir.

Sekiz buçuk sayfalık önsözden çıkaracağınız bu örnekleri çoğaltmamız mümkün, ancak gerekli değil. Keçiboynuzu gibi olması yalnızca aynı sözlerin gevelenmesinden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda önsöz için nitelikle ilgili bir sorun da söz konusu. Konu ile ilgili akademik literatüre biraz hakimseniz, yazılanların işin alfabesi olduğunu, üstelik meselenin Koçak’ın burada resmettiğinden daha karmaşık olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Üstelik, Koçak’ın yaklaşımı bir çeşit totoloji ile malûldür. Zira iktidarın baskısı yüzünden sesini duyamadıklarımız, seslerini çıkardıkları zaman da iktidarın baskısının işareti olmaktadırlar. Yahut yukarıda söylediğimiz gibi, iktidar belgelerde kimi olası muhaliflerden bahsetmediğinden, belgelerde bu muhalifleri bulmak mümkün değildir.

Her keçiboynuzunun olduğu gibi Cemil Koçak’ın okuyucuya ikram ettiği keçiboynuzunun da çekirdekleri vardır ve bazen dişinize çarpmaktadır.

Koçak okuyucunun keçiboynuzu keyfini bu çekirdeklerle yarıda kesmektedir Önsöz’de. Hemen metnin başında çalışmaya konu olan “sesleri” yani çalışmanın nesnesini şöyle tanımlar (sf. 11):

“Bu kitapta, [...] tek-parti döneminde gündelik hayâtta yer bulan örgütlü ya da örgütsüz ve belki de yalnızca kişisel düzeydeki siyasal boyutu ağır basan çeşitli ve farklı muhalefet(ler)i günışığına çıkarmaya çalışacağım.”

Günlük hayatta yer bulan muhalefet ne demektir diye düşünürken 13. sayfada Koçak okuyucuya kitabın amacını yeniden hatırlatır:

“Bu kitapta örgütlü muhalefetten söz etmeyeceğim. Bu kitabın konusu, sâdece sağda solda kalmış, küçük, günlük, kolay ezilebilir, fakat aynı zamanda iktidârın ciddîye aldığına bakılırsa bizim de üzerinde durmamızı gerektiren günlük hayât içindeki muhalefettir.”[1]

Demek ki Cemil Bey’in amacı iki sayfada değişmiştir ve bu doğrultuda örgütlü muhalefet kitabın amaçları arasından uçuvermiştir. Olabilir... Ancak sorumuz ve tabii ki tümleyeni bâkidir: Günlük hayatta yer almayan muhalefet ne demektir? Cemil Bey, günlük hayatı nasıl tanımlamaktadır? Bu tanımlara kitap boyunca ulaşamıyor olsak da yine de Önsöz’de şöyle denir: “Tek-parti döneminde muhalefetin yalnızca siyâsal muhalefet ol(a)mayacağını da hatırlamak gerekir. Günlük hayâtın dokusuna (abç-GM) temâs edebilecek ve ilk bakışta pek de siyâsal nitelikte bulunmada dahi, iktidârın tehdit olarak gördüğü her türlü muhalefet bizim açımızdan da muhalif kimliğini hak etmiştir.” Demek ki önemli olan “doku”dur! Bundan sonra, NAZİ Almanyası’ndaki caz müziği yasağına karşı gençlerin sessiz ve derinden örgütlenmesi üzerine çekilmiş Swing Kids filmini örnek verir Cemil Koçak… Örnek verir vermesine de, Koçak’ın kitaba konu olan araştırmaları arasında bunun muadili bir konuya rastlamak pek mümkün değildir. Zira, Cemil Koçak, önce din eksenli muhalefetten, bunun içinde Diyanet İşleri’nin iktidar tarafından muhalefet olarak yorumlanan çalışmalarından, rejim aleyhtarı propaganda beyannamelerinden, Milli Mücadele karşıtları ile 150’liklerin siyasi faaliyetlerinden CHP içindeki ve seçimlerdeki siyasi muhalefetten, Kürt muhalefetinden, komünist/sol muhalefetten, basın yayın dünyasındaki muhalefetten ve azınlıklar ile yabancıların rejim muhalifi olmakla suçlanan faaliyetlerinden bahsetmektedir. Cemil Koçak’ın benzetmesi bana kalırsa çalışmanın içeriği ile ilgili değildir.

Bu kısmı bitirmeden söylemek gerekir ki “Tek-parti döneminde muhalefetin yalnızca siyâsal muhalefet ol(a)mayacağını da hatırlamak gerekir.” cümlesini analiz etmeye benim Türkçe bilgim yeterli değil. Çok-partili sistemlerde muhalefet yalnızca siyasal biçimde mi olmak zorundadır ki tek-partili sistemler için böyle bir hatırlatma gereği hissediliyor. Sorun şuradan kaynaklanmaktadır: Cemil Koçak, siyasal muhalefet yoktu diyemeyeceği, bunu derse kendi çalışması boşa çıkacağı için muğlak ifadeleri ve alâkasız örnekleri yardıma çağırmaktadır.

Koçak, yine Önsöz’de çalışmanın önemli bir açığı konusunda açıklamada bulunmaktadır:

“Okuyucu, 1929 yılından önce hiçbir ses duyamadığımın hemen farkına varacaktır. Duyabildiğim sesler, 1929 yılından başlıyor ve yaklaşık onbeş yıl boyunca değişik zaman dilimlerinde devam ediyor.”

Oysa, Koçak daha dikkatli dinlerse, 1923-1924 yıllarında, örneğin muhacirlerin ve mübadillerin seslerinin bir hayli gür çıktığını, o dönemli anayasa çalışmalarına bile dahil olma girişimleri olduğunu, örgütlenme deneyimlerine giriştiklerini, muhacir ve mübadillerin özörgütlenmelerinin Dahiliye Vekâleti tarafından yasaklandığını çalıştığı arşivlerde, en azından Meclis zabıtlarında“işitecektir”.

Önsöz’e ilişkin yorumlarımızı bitirmeden once Cemil Koçak’ın komünistlere geçerken gol atma denemesine değinmezsek olmaz. Koçak, geçerken komünistlere kemalist imâsında bulunmaktadır:

“Dönemin tamâmında sürekli izlenen ve tâkîbata uğrayan Türkiyeli komünistlerin yıllar sonra bu döneme ilişkin analiz ve değerlendirmelerinin ılımlılığı ve yumuşaklığı elbette dikkat çekicidir” (sf.17-18).

Cemil Koçak’a bu komünistlerin ağababası olan Marx’ın işçi sınıfının kanını emen fabrikalara güzellemede bulunduğunu, burjuvaziye devrimci falan dediğini hatırlatsak acaba sonraki kitabında bunları da kullanır mı? Görünen odur ki Cemil Koçak’ın kaleye yaptığı plase, auta bile değil, taca gitmektedir. Bunun da sebebi, Koçak’ın öncelikle komünistlerin konu ile ilgili yazdıklarından haberdar olmaması, ardından marksist tarih felsefesinin yaklaşımını kavrayamamasıdır.

Kitabın içeriğine gelecek olursak...

Tarih yerine serpinti
Kitabın dörtte birlik kısmını (Önsöz’de Koçak’ın da yazdığı gibi) “din ekseninde muhalefet” oluşturuyor. [2]

Yazarın kitabın başındaki vaatlerine sadık kalacağını düşünecek olursak suskunlar ya da iktidar tarafından susturulmuşlar tarafından gündelik hayatta yer bulan muhalefet hakkında sayfalar okumamız gerekiyor. Birinci Kısım, “Rauf Orbay ve Hilafet Meselesi”... Bu başlık aslında bölümü tam olarak anlatıyor. Zira bölüm boyunca Rauf Bey ile hilafet konusundaki tartışmalar neredeyse hiç kesişmemektedir. Rauf Bey’in [3] kimi yabancı gazetelere verdiği TC Hükümeti’nin hilafet hususundaki politikasını desteklediği yönündeki beyanatı dışında kendisinin konu ile herhangi bir bağlantısı kurulmuyor. Zaten bunu Rauf Bey bahsini kapattıktan sonra Koçak’ın “Bu aşamada Hilafet meselesine geri dönecek olursak” biçimindeki bağlama gayretinden anlayabiliyoruz. Konu ile oldukça gevşek bağı olan Harold C. Armstrong’un Bozkurt başlıklı kitabı ve Türkiye’deki yansımaları üzerine tüm “Rauf Orbay” tartışması uzunluğunda iki dipnot okuyoruz (sf. 28-30).

Bu kısmın iki unsuru arasındaki zayıf bağ ve bundan kaynaklanan dağınıklığın yanısıra Rauf Bey’in kimliğinden kaynaklanan bir problem de okuyucuları beklemekte. Zira, Koçak’ın da belirttiği gibi Rauf Bey, öyle ya da böyle dönemin siyasal elitinin içinde yer almaktadır. Bu açıdan kitaba konu edilmesi “suskunların sesi”ni duyurmayı hedefleyen söz konusu çalışmanın hedeflerinin oldukça uzağına düşmektedir. Üstelik Cemil Koçak, Rauf Bey’in muhalif faaliyetlerinden ziyade rejim ile uzlaşmaz olmayan karşıtlıklarını göstermek konusunda daha başarılıdır. Evet, Rauf’un sürgündeki hareketleri TC tarafından adım adım takip edilmiştir, ama ya sonrası? Yani bunun bizim Tek Partili Dönem’de duyulmayan muhalif sesleri duymamıza nasıl bir katkısı olmaktadır? Bu sorunun muhatabı sanıyorum ki bu satırların yazarı değildir.

Bölümün devamında ise Hint gazetelerinde hilafet konusunda çıkan yazılar, Kâbil Büyükelçiliği ile Hariciye Vekâleti arasındaki yazışmalar ya da Hicaz, Necit ve mülhâkâtı Maslahatgüzârı Lütfullah Bey’in [4] yine Hariciye Vekâleti’ne yazdığı raporlar gibi “gündelik hayatın içindeki muhalif sesleri” işitiyoruz.

İkinci Kısım, “Rejim, İnkılâplar, Laiklik ve Atatürk Karşıtı Dini Propaganda” başlığını taşıyor. Burada bir dizi münferit olayı okuduktan ve câmi vaazlarının gözetim altında tutulduğuna iknâ olduktan sonra Koçak’ın “rejim muhalefeti”nden ne anladığını görebiliyoruz. Koçak’ın aktardığı olay şöyledir (sf.37):

Trabzon merkez vâizi Hacı Hâfız İsmâil Hakkı Efendi kendisine Kuran’ı dayanak yaparak erkeklerin kadınlara dayak atabileceği yönünde vaaz vermiş. Durum, Müftülük ve Polis Müdürlüğü’ne intikal etmiş ve daha önce de bu konuda sabıkası olan İsmâil Hakkı Efendi hakkında erkekleri kadınlar aleyhine tahrik ettiği gerekçesi ile soruşturma açılmış.

Anlıyoruz ki kendi başına kriminal bir durum olan “kadınları dövün” çağrısı Koçak tarafından “rejim, inkılâplar, laiklik ve Atatürk karşıtı dini muhalefet” kapsamında ele alınıyor. Üstelik Koçak’ın bize sunduğu belgede -ki tarihçiysek buna bakmak durumundayız- suçlama tarif edilirken bu yönde hiçbir vurgu yoktur, herhalde yalnızca bir vâiz tarafından yapılmış olması hasebiyle Koçak bu vakayı bu başlıkta ele almıştır. Cemil Koçak’ın Tek Parti Dönemi’nin kolluk kuvveti ve istihbarî ağının mensuplarından daha acar bir “rejim muhafızı” olabildiğini de okuyucular bu şekilde görmüş oluyor.

Ne yazık ki bu köşenin fiziksel sınırları nedeniyle her bölümü mercek altına almayacağız. Üç bölüm üzerine odaklanacağız. Bunlardan ilki “Millî Mücâdele Karşıtları ile 150’liklerin Siyâsi Faaliyetleri” başlıklı Dördüncü Bölüm.

“150’likler” ikincil kaynaklardan nakil
Bu bölümde “seçilmiş” yedi kişinin siyasi faaliyetlerine ilişkin özet bile diyemeyeceğimiz bilgiler yer alıyor. Bilgilerin kaynağı yine devlet yazışmaları, ama bilgiler bir o kadar da konu üzerine kaleme alınmış ikincil kaynaklara dayandırılmakta. İkincil kaynak kullanmak elbette ayıp değil, ancak bu şekilde kullanılması hem bölümün orijinalitisini hem de yazarın konuya ne denli vakıf olduğunu sorgulamaya zemin hazırlıyor. On dört sayfalık bölümün omurgası Koçak’ın yeni belgelerine değil, Şaduman Halıcı tarafından Anadolu Üniversitesi’ne sunulmuş olan yüksek lisans tezine dayanıyor. Halıcı’nın çalışmasının toplam otuz altı sayfasına göndermede bulunuluyor. Anılan kaynağa verilen referans sayısı ise dokuz. Bu bölümün son kısmı ise “150’likler karşıtı ‘sivil toplum kuruluşunun’ resmî faaliyetleri” gibi ironik bir başlık taşıyor. Burada da okuyucu bu “STK”nın faaliyetleriyle doğrudan ilgili bir belgeyi (bir bildiri, bir yayın vs.) değil, Hariciye Vekâleti İstihbarat Müdürlüğü’nden Başvekâlet’e gönderilen bir raporun bir bölümünü okumak durumunda kalıyor. İlgili bölüm öz olarak şunu söylüyor:

150’liliklerin faaliyetleri esas olarak Gümülcine’de yoğunlaşmaktadır. Burada da gençler buna karşı siyasi bir kulüp kurmuşlar. Dernek, kirasını dahi ödeyemediğinden Dahiliye Vekâleti 40 bin Drahmi tahsis edilip edilemeyeceğini sormaktadır.

Bu yazışmanın sonucunu bilmiyoruz. Kitapta bu bilgiye rastlanmıyor. Koçak, Vekâlet’in bir müdürlüğünden Başvekillik’e yazılan ve sonucunu bilmediğimiz bir yazışmaya dayanarak şu sonuca varıyor:

“Görüldüğü gibi, rejim, kendi yandaşlarına sunulan resmî destek ve teşvik ile bu kanaldan da karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmaktan çekinmemektedir.”

Burada da durmayan Koçak, bu yöntemin “besbelli ki, rejimin gözettiği bir yöntem (abç - GM)” olduğunu iddia etmektedir (sf.122). Tam tarihçiliğe yakışır cinsten bir çıkarsama!

Gelelim özel olarak ilgilendiğimiz bölümlere. Önce Kürt Muhalefeti...

Dersim İsyanı “günlük muhalefet” mi?
Kürt Muhalefeti’nin sesini de yine istihbarî raporlar vasıtasıyla duymaya çalışıyoruz. Sunulan belgeler iki ana grupta toplanıyor: Birinci Umûmî Müfettişlik’in raporları ile Dördüncü Umûmî Müfettişlik’in Dersim İsyanı sırasındaki raporları ve bu raporlar vesilesi ile yapılan yazışmalar.

Tahmin edilebeleceği gibi bu raporlarda falanca şüpheli kişi filanca ile falanca mekânda buluştu, şu isimler isyan hazırlığı içindeler, ismini verdiklerimiz sınırı geçmişler gibi istihbarî yanı ağır olan bilgiler mevcut. Daha ötesini bulmak ise mümkün değil, hele ki bu raporlardan Kürt isyancıların seslerini duyabilmek en azından bizim için mümkün olmadı. Duyabildiğimiz tek ses, Kürt illerinde yeni rejimden duyulan rahatsızlığın varlığı, bu amaçla çeşitli örgütlenmeler olduğu ve bu rahatsızlık neticesinde Dersim’de bir İsyan’ın patlak verdiğidir. Söz konusu genel kültür düzeyindeki bilgilerin dışında nasıl olup da “suskunların, seslerini çıkar(a)mayanların, sesleri duyul(a)mayanların, sesleri boğulanların seslerini” duyduğumuz meçhuldür.

Burada yine yukarıda işaret ettiğimiz iki sorun ortaya çıkmakta. İlk sorun, kitabın başlangıçta sunulan amaçlarıyla bu anlatılan hareketin ne derece örtüştüğü ile ilişkili. Örneğin Dersim İsyanı, “sağda solda kalmış, küçük, günlük, kolay ezilebilir” olarak değerlendirilebilir mi? Buna ek olarak, yukarıda yazdığımız nokta da, yani aslında Koçak’ın sunduğu belgelerde suskunları duyamıyor oluşumuz da bu bağlamda değerlendirilebilir. Öte yandan, Koçak bu bölümün sonunda da yine bir aşırı-okuma (overreading) yapmaktadır.

Bölümün sonunda Dördüncü Umûmî Müfettiş Korgeneral Hüseyin Abdullah Alpdoğan’ın raporunun sonuç kısmı alıntılanmaktadır. Hüseyin Abdullah Alpdoğan’ın raporunun son cümlesi şöyledir:

“Bu düşüncelerin tahakkukunu önlemek için, dün akşam ileri sürülmesi ricâsında bulunduğum 17. Tümen’den bir piyâde taburu ile bir dağ bataryasının pek çabuk Mazgirt’e ve diğer taburla bir (...) Pertek’e nakillerine yüksek izinlerini ve tümen alaylarının ilk olarak harekete süratle izhârını ve Dersim için vaktiyle düşülmüş ve hazırlanmış tertiplerin alınmasına şimdiden başlanmasının da muvafık olacağı[nı] arz ederim.”

Koçak’ın bu satırlar üzerine yorumu bir komplo imâsı oluyor. Bu son cümle, Koçak’a göre rejimin Dersim/Tunceli üzerine hazırladığı bir planın resmî bir itirafıdır. Rejim pekâlâ bir komplo içine girmiş olabilir. Ancak bu belgedeki –günümüz Türkçesi ile söyleyecek olursak— “önceden düşünülmüş ve hazırlanmış düzenlemelerin yapılması” talebinden böyle bir sonuç çıkarmak tarihçilik değildir. Bu en iyi ihtimalle bir iktisatçının mahalle bakkalını gözlemleyerek ülke ekonomisindeki genel trendleri yorumlama çabası biçiminde görülebilir. Mahalle bakkalında yapılan kimi gözlemler ülke ekonomisindeki trendler ile paralellik gösterebilir ama bu yapılana iktisatçılık denemez. Tıpkı bu arka arkaya örneklediğimiz aşırı-okuma örneklerine tarihçilik diyemeyeceğimiz gibi.

Koçak ilan ediyor: “Milli Şefçi” Kıvılcımlı
Gelelim “Komünist Muhalefet” başlıklı Yedinci Bölüm’e.

Bu bölümde Hikmet Kıvılcımlı ve Kemâl Tahir’in yargılandıkları Donanma Davası ile Mihri Belli’nin adıyla andığımız Süleymaniye Camisi’ne “Saraçoğlu Faşisttir” pankartı asmak eylemine değinen Cemil Koçak, bölümün “kaçınılmaz sonuçlarından” birinin “CHP’nin solla olan ilişkisini yeniden düşünmek” olacağını söylüyor.

Cemil Koçak, geçelim 1970’lerin CHP’sini, 1930’ların CHP’sini sol ile bağdaştıran hangi ciddi akademik iddiaya rastlamıştır da, şimdi CHP’nin “solla olan ilişkisini yeniden düşünme ihtiyacı” duymaktadır, bilemiyoruz.

“1938 Donanma dâvâsının serpintileri” başlığını taşıyan altbölümde ilgi çekici iki unsur var. Bunlardan ilki, tam metni okuyucu ile paylaşılan Hikmet Kıvılcımlı’nın 23 Aralık 1940 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başvekilliği Katına” yolladığı dilekçe.

Dilekçede oldukça uzlaşmacı, İsmet İnönü için övücü bir dil kullanan ve rejimin siyasi jargonuna (Milli Şef vb.) sadık kalan Kıvılcımlı affını talep etmektedir. 15 yıla mahkum olan Kıvılcımlı hem kendisinin hem de eşinin mahkum olduğunu belirtirken kendisi hakkındaki suçlamaları reddederek bir anlamda rejime bağlılığını ilan etmektedir. Bu noktada, Hikmet Kıvılcımlı’nın kişisel tarihi üzerine çalışmaları ile tanınan Emin Karaca’ya kulak vermek gerekiyor. Karaca, yazının başından itibaren bizim dikkat çekmeye çalıştığımız noktaya bu bağlamda değinir:

“Ben sandım ki Cemil Koçak, 1938’de Tek Parti Diktatörlüğü’nün faşist-militarist kliğinin birkaç komünist önderle, Donanmadaki sempatizan bir avuç er-erbaşa adalet adına yaptığı zulmün ayrıntılarıyla ilgili bazı bilgi ve belgeye ulaşmış. Nerde!… Bula bula Başbakanlık Devlet arşivinden, Donanma Davası’ndan çarptırıldıkları 15’er yıllık hapis cezalarını o sırada Çankırı Cezaevi’nde yatmakta olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Kemal Tahir’in ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başvekilliği Katına’ yolladıkları ‘af dilekçelerini’ bulup çıkarmış.” [5]

Hakikaten durum böyledir ve yine Emin Karaca’nın dediği gibi amacı “üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi” olduğu belli olmayan Koçak, siyasi hattı ortada olan bir komünisti, Donanma Davası’nın ne olduğunu anlatma gereği bile duymadan “CHP’ci”, “Milli Şefçi” ilan edivermektedir. [6] Demek istediğim bunların gizli kalması gerektiği değil. Kastım, yapılan çalışmanın tarihsel gerçekliğe katkı koyması, onu bozmamasıdır. Ancak böyle bir beklenti Cemil Koçak’ın konu ile ilgili bilgi düzeyini bir hayli aşmaktadır. Örnek mi? Hikmet Kıvılcımlı, dilekçesinde Demokrasi: Türkiye ve Ekonomi Politikası Hakkında isimli kitabından bahsetmektedir. Cemil Koçak, bir dipnot düşüp bu kitap hakkında malûmatı olmadığını, kitabın basımda da Kıvılcımlı külliyatı içinde de bulunmadığını söylemektedir (sf. 143). Oysa işin aslı böyle değildir. Emin Karaca, işin doğrusunu şöyle anlatmaktadır:

“Oysa ki 1960’lı yılların ortasından itibaren Kıvılcımlı’nın yayınevi Tarihsel Maddecilik Yayınları’nın kitaplarının tümünün sonunda, 1930’lardaki Marksizm Bibliyoteği’nin yayımladığı kitaplara kalem kalem yer verilirken, her keresinde ‘Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası Hakkında’ kitabı hiç atlanmamıştır.”

Bu bölümdeki diğer ilgi çeken nokta ise şu. Anılan bölümün diğer sayfalarında “Nazım Hikmet ve arkadaşları” ile aynı hapishanede kalmaktan rahatsız olan Nizâmettin Ertenü isimli muhbir vatandaşın yankılanan ve iftiralar atan “muhalif sesine” denk geliyoruz (sf. 146). [7]

Bu noktanın neden önemli olduğunu anlatmadan önce Koçak’ın bütün belgelerinin dayandığı Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde (BCA) nasıl belge arayabileceğinizi anlatmamız anlamlı olacaktır. Arşivler Genel Müdürlüğü’nün oldukça iyi organize edilmiş, pek çok bilgiye ve Genel Müdürlük tarafından yapılan yayınlara ulaşabileceğiniz oldukça iyi bir internet sitesi mevcut. [8] Bu internet sitesi üzerinde bir hesap oluşturarak siz de ilgilendiğiniz konuya ilişkin hem Osmanlı dönemini hem de Cumhuriyet dönemini kapsayan dönemler için indeks adı, fon adı vb. kriterlere göre, istediğiniz zaman aralığı için anahtar kelime araması yapabiliyorsunuz. Dolayısıyla anahtar kelimeleriniz olarak “Nazım Hikmet” yahut “Hikmet Kıvılcımlı” yazıp karşınıza çıkan belgelerin kopyasını bir zahmet arşive gidip edinirseniz böyle bir bölüm yazabilirsiniz demek istiyorum. Çalışmanızın amacı –muhalif sesleri duymak— ile ya da donanma davası ile yakından uzaktan ilgisi olmayan böyle bir ihbar mektubunu çalışmanıza dahil etmeniz ancak böyle bir yöntem izlemeniz ve belgeleri tıpkı -arabaşlıktaki gibi- “serpiştirmeniz” ile mümkün olabilir. Yukarıda bahsettiğimiz kimi örnekler de bu yöntemin çalışma boyunca izlendiği intibaını oluşturuyor.

Sonuç yerine hamam akustiği
Son bahsettiğimiz nokta sonuç kısmına uygun bir başlangıç olabilir. Tarihçilikte marifet, belgeleri bulmakta değil bunları bir bağlama yerleştirip, kurgulamaktadır. Belgelerin arka arkaya dizilmesine günümüzde ne sosyal bilim ne de tarihyazımı diyoruz. Bunu Koçak da biliyor olsa gerek ki kitabın sonuç kısmını şu cümlelerle noktalamaktır:

“Malzeme az olabilir, malzemeyi toplamak daha da güç olabilir fakat işin asıl güç olan kısmı, malzemeyi konuşturabilmektir.”

Cemil Koçak, bu kısımda yukarıda detaylı biçimde örneklerini sunduğumuz üzere çuvallamaktadır. Koçak’ın kimi zaman rastgele serpiştirdiği belgelerle ardarda dizilen eklektik temaları tarihyazımı olarak adlandırmak günümüz kriterleri açısından bir hayli güçtür.

Bunun sebebi yalnızca kaynakların bu rastgele kullanımı değildir. Cemil Koçak’ın çalışmasında kullandığı birincil kaynakların -okuyucuyu baştan bilgilendirse dahi- çeşitliliği çalışmanın amaçları ile kendisi arasındaki mesafenin kapanmasını mümkün kılamamaktadır. Devletin çeşitli kademeleri arasındaki yazışmalara dayanan ve eğer bu yazışmalara iliştirildiyse yazarın kullandığı kimi ek belgeler (dilekçeler vs.) muhalifleri değil, sürekli ve sürekli “rejimin ve iktidarın” sesini bize duyurmaktadır. Bu bile eksiklidir. Zira çalışmaya konu olan pek çok vakanın adli süreç içindeki akıbetini bilemiyoruz. Oysa cezayı bilmeden suçu kavramsallaştırmamız mümkün değildir. Bu nedenle kriminalite üzerine odaklanan çalışmaların pek çoğu bu gibi bürokratik yazışmaların yanından mahkeme kayıtlarına, polis raporlarına da referansta bulunur. Oysa Cemil Koçak yalnızca ve yalnızca BCA’da bulduğu kaynaklara dayanmaktadır. Bu da bırakalım muhalefeti, iktidarın sesini bile eksikli biçimde duymamıza neden olmaktadır.

Sonuç itibariyle Koçak ne mi yapmıştır? Koçak, günümüzün sıcak başlıklarını (Dersim İsyanı, İkinci Savaş’ta camilerin işgâli, CHP’nin sol ile ilişkisi, komünizm-kemalizm ilişkisi vb.) liberal-muhafazakâr sentezin tarih tezine eklemlenecek biçimde sunacağı ve netice itibariyle 21.50 TL’ye satılacak bir kitap yazmıştır.

1930’lar ve 40’lar kemalizminin Koçak Hamamı’nda [9] yankılanan sesinden başka ses işitemediğimiz kakafonik çalışma yeni tarih tezinin kalibresini göstermesi açısından ibretliktir.

Galip Munzam

[1] Polisiye hikâye olmadığı için rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın sonunda ise tanımlarını, amaçlarını bir kez daha değiştiriyor Cemil Koçak. Muhalif sesleri bu kez herhangi bir siyasi/ideolojik duruş takınmış olsun olmasın rejim ve iktidarla arasına mesafe koymuş ya da koymaya çalışmış eğilimler olarak tarif ediyor (sf.219-220). Oysa kitabın “Sunuş” bölümünde tanımı iktidarın bakışı üzerinden yaptığını söylemekteydi Koçak.

[2] Beşinci Bölüm olan “CHP’de ve Seçimlerde Siyasi Muhalefet” ise mizanpaj marifetiyle iki sayfayı dört satır kadar geçiyor. Koçak’ın iddiası, bu başlıkta ele alınan vakanın sadece tek bir örnek olay (sic.) olduğudur. Tek bir örnek olay tanım itibariyla olabilir mi diye sormadan önce bu iddianın gerçek olmadığını yukarıda söylediğimi hatırlatayım. 1924–25 yılında mübadil ve muhacir dernekleri dönemin Dahiliye Vekili Recep Bey’in müdahalesi ve Meclis’teki çağrısı neticesinde rejime muhalefet ettikleri gerekçesiyle kapatılmıştır. Recep (Peker) Bey’in ilgili konuşması için bkz. Bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri, Devre:II, İçtima Senesi: 2, Cilt: 10, 1 Teşrin-i Sani 1340 – 4 Kanun-ı Evvel 1340, (Ankara: n.d., 1975), 85-86.

[3] Soyadı Kanunu’nun 1934 yılında kabul edildiği düşünülürse örneğin Rauf Bey’den Rauf Orbay şeklinde, Mustafa Kemal’den Atatürk şeklinde bahsedilmesi de küçük sayılmayacak bir yöntemsel yanlış olarak karşımıza çıkmaktadır.

[4] Lütfullah Bey’e sonrasında da Soyadı Kanunu uğramamışa benziyor.

[5] Emin Karaca, “Cemil Hoca’nın Niyeti…”. Bizim Gazete. 21 Şubat 2011.

[6] Birinci dipnotta Cemil Koçak’ın sonuç kısmındaki “muhalif sesler” tanımına yer vermiştik. Koçak, iktidarla arasına mesafe koyanları bu şekilde tanımladığını söylüyordu. Böyle ise, Kıvılcımlı ve Kemal Tahir’in CHP’ye bağlılıklarını ilan ettikleri bu bölüm kitap ile olan ilişkisini Koçak’ın çizdiği çerçeve dahilinde yitirmektedir. Benzer şekilde Rauf Bey’in Cemil Koçak’in tabiri ile “rejimin temel ilkelerini içselleştirmiş” siyasi hattı (sf.27) Rauf Bey’i Sonuç bölümünde yapılan tanım gereği çalışmanın kapsamı dışında bırakmaktadır.

[7] Başka bir muhbir ses için bkz. Sf. 170.

[8] Bkz. T.C Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, http://www.devletarsivleri.gov.tr/

[9] Koçak Hamamı Polatlı’dadır.