Türkiye bir şaka mıdır?

Yerli uçak, yerli araba, en büyük havalimanı, kanal, köprü… Böyle gidiyor. İçeride despot, dışarıda yayılmacı, ekonomide halkın sırtına binmiş bir siyasi iktidar yaptıkları ve yapacakları ile böbürlendikçe insanların “bunun neresi yerli” demesi, “beceremezsiniz” diye diklenmesi doğal karşılanmalı. Öyle büyük bir tepki var ki, Liberal Parti’nin eski Genel Başkanı “yerli otomobili yapsınlar TKP’ye üye olacağım” bile deyiverdi. Yapın bir zahmet şu yerli arabayı diyesim geliyor, Cem Toker’in iletişim konusunda oldukça başarılı biri olduğunu hatırladıkça. Lakin liberal, mümkün değil almazlar bizim partiye…

Yani anlayacağınız liberalleri bile çileden çıkardı iktidarın “büyük güç” böbürlenmesi.

Tamam iktidarımız atıp tutuyor, pireyi deve yapıyor, İtalya’da araç tasarlatıp “milli” diyor da, ortada yalnızca bir “güçlü ülke” müsveddesi mi var?

Türkiye’yi bir kapitalist ülke olarak önemsiz, değersiz, güçsüz, bağımlı, zayıf sıfatlarıyla mı tanımlamalıyız? İktidar gerçek dışı bir tablo resmediyor bunu anladık, peki gerçek ne? Dünyada ciddiye alınmayan, uluslararası platformda “yok hükmünde” bir ülkede mi yaşıyoruz biz?

Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle koşulların çok değiştiğini hesaba katmalıyız. ABD’nin emperyalist sistemdeki ağırlığı istikrarlı bir biçimde azalıyor. Eski rolünü sürdürmek istese de, ABD emperyalizminin ciddi bir iktidarsızlaşma sorunu ile karşı karşıya olduğu açık. ABD’nin merkezinde durduğu ittifakta bir dağılmanın ve gevşemenin ortaya çıkmasına yol açan bu gelişmenin birçok ülkenin uluslararası alandaki konumlanış ve yönelimlerinde değişime yol açtığı ortada. Bu anlamda eksen tartışmaları yalnızca Türkiye’de ya da Türkiye için yapılmıyor, eskiden ABD’nin sadık müttefiki olarak nitelenen hemen her ülke Vaşington'la mesafesini yeniden ayarlıyor, ayarlamak zorunda kalıyor. Suudi Arabistan, Mısır ve Pakistan ilk akla gelenler. Bu ülkeler bazı başlıklarda ABD’den farklı politik tutum alabiliyor, ekonomik ve askeri alanda Rusya ve Çin gibi ülkelerle eskiden mümkün olmayan ilişkilere girebiliyor. 

Örnekleri İslam coğrafyasından verdim, daha ötesini söyleyelim, NATO ittifakının hemen her ülkesi için şu ya da bu oranda geçerli bu söylediklerim. Eskiden sahip olmadıkları bir hareket alanını kullanıyorlar. İşin gerçeği, kullanmak zorundalar. Çünkü güç kaybeden ABD’nin müttefiklerinin ekonomik, siyasi, askeri gereksinimlerini karşılayabilme yeteneği de azaldı. Her ülkede sermaye sınıfı kendisine daha fazla alan açan bir dış politikaya yöneliyor.

Bütün bunların daha kaotik bir uluslararası ortam yarattığı, her ülkenin kendi gücü oranında bu kaostan yararlanmak istemesinin son derece doğal olduğunu da not etmeliyiz.

Türkiye’de de belli bir gelişkinliğe ulaşan kapitalizmin daha atak bir dış politikaya ihtiyacı vardı. İçerideki başka ihtiyaçların üzerine bu ihtiyacı koyun, karşınıza AKP çıkar. Özetle “maceracı” diye tanımlanan AKP dış politikasının bir tarafında açgözlü sermaye sınıfının arayışlarından kaynaklanan bir kaçınılmazlık var. Patronlarımız bazen AKP’nin ipin ucunu kaçırdığını düşünebilir, Erdoğan’ın ideolojik tercihlerinin fazla öne çıkmasından kaygı duyabilir, kimi başlıklarda iktidarın her şeyi berbat etmesine kızabilir ama bundan 40 yıl öncesinin dış politikasına dönüşü asla ve asla istemez.

Bütün bunları bugün Erdoğan’ın ABD, Rusya ve Almanya üçgeninde sürdürdüğü agresif pazarlıkların dönemin ruhuna uygun olduğunu anlatmak için yazdım. Öte yandan, daha fazla pay elde etmek ve bu üçgenin bir köşesine yaslanmak gerektiğinde daha büyük güvencelere sahip olmak için sert hamleler yapan Türkiye’nin bu sert hamlelere uygun ekonomik ve siyasal koşulları yok. Ülkenin eşi benzeri olmayan bir belirsizliğe yuvarlanma olasılığı giderek güçleniyor.

Ancak aynı belirsizlik bütün ülkeleri içine alıyor. Az çok stabil bir görüntü veren Almanya’yı bir kenara koyarsak en tepedeki ABD, İngiltere ve Fransa’daki gelişmeler istikrarın artık çok gerilerde kaldığını gösteriyor. Türkiye mayınlı arazide yol alıyor da, Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, sonra Hindistan, Brezilya çok mu rahat?

Değil. Her ülke bugün kapitalizmin yaşadığı derin sarsıntının etkisi altında. Üstelik bu sarsıntı dar anlamıyla bir ekonomik kriz olarak nitelenemez. Kapitalizm, ömrünün gereksiz yere uzamasının doğal sonucu olan bir varoluş krizine girmiş durumda.

Bu tabloda Türkiye nedir? AKP’nin iddia ettiği gibi bir dünya gücü müdür yoksa bir şaka mı?

Türkiye kapitalizminin ekonomik gücünün sınırları ve kırılganlığı ortada. Bununla birlikte Türkiye’nin yabana atılamayacak kaynakları var ve bu kaynakların uluslararası tekeller tarafından yağmalanmasında en küçük bir kural ya da sınır mevcut değil. Dahası Türkiye’de sermaye sınıfı ve AKP iktidarı başka pek az ülkenin sahip olduğu olanakları elinde tutuyor. Bütün bu tabloya bakıp AKP’nin “büyük güç” iddialarını sadece ve sadece bir mizah konusu yapmak sağlıklı sonuç vermiyor, hem gerçeklerden uzaklaştırıyor hem de direnci azaltıyor. 

En kötüsü, burada utangaç bir kapitalizm güzellemesi var. “Onlar yapar, biz yapamayız. Onlar gelişkin, biz geri. Onlar güçlü, biz zayıf.” Yaşadığımız ülkeyi bu karanlıktan çıkaracaksak, aydınlığın ne olduğunu iyi tarif etmemiz gerekiyor. Gelişkinlik, güç, bütün bunlar göreli kavramlar. Emperyalist dünya toplamda güç kaybediyor, gelişkinlik ise toptan hikaye!

Kapitalizm çağdışı bir sistemdir. Şakadan, müsveddeden söz edeceksek, hiç ayrım yapmanıza gerek yok.

Lakin şaka yapacak halimiz de yok. Muhataplarımızı ciddiye alacağız, Türkiye’de patron sınıfını ciddiye alacağız. Güçlerini abartmak için değil, onları yenilmez olarak göstermek için değil, tersine alt etmek için. 

Türkiye kapitalizmini hafife almak bir noktadan sonra kendimizi de önemsizleştirip, değersizleştiriyor. Tuhaf ülkenin, gariban solcuları…

Böyle değil.

Neden böyle olmadığına devam edeceğiz.