Ne olacak bu solun hâli?

“Sol ne zaman birleşecek” diye soruyordu birisi… Beriki “solun halktan kopuk olması”ndan şikayetçiydi… “Lider yok” diyordu bir başkası, şöyle heyecan uyandıracak yeni bir yüz, yeni bir yaklaşım… “Eskiye saplanıp kalmamalı”ydı “yeni yüz” arayanı destekleyen bir ötekine göre… Kimisiyse “İngiltere’yi örnek alıp Corbyn’i incelemek gerekir” düşüncesindeydi…

Velhasıl herkes soldan dertliydi, herkesin solu ayağa kaldıracak bir yol haritası mevcuttu, solun tepetaklak giden bir futbol takımından misliyle fazla akıl hocası vardı. Komşunun çocuğunu (bu bir gün Ufuk, bir gün Çipras, bir gün Corbyn’dir) her fırsatta evladına örnek gösteren anne babalar gibi şikayet ediliyor, reçeteler hazırlanıyor, arada çok kızınca “bunlardan bir şey olmaz” diye kestirip atılıyordu.

Belki ilk yanıtlanması gereken sorulmuyordu: Sol nedir, solun sınırları nerede başlar?

Belki sol kavramını artık bir kenara koyup solun içindeki ayrımların net bir biçimde ortaya çıkmasını sağlamak gerekiyordu.

Belki yalnızca ya da temel olarak seçimlere odaklanıldığında solu sadece ve sadece hüsranın bekleyeceğini daha açık bir biçimde söylemenin zamanı gelmişti.

Geçen hafta “Corbyn kadar olamadınız” diye tuhaf bir ileti aldım. Tuhaflık şuradaydı, iletinin sahibi İngiliz İşçi Partisi liderinin kapitalizmin reddiyesi üzerine kurulu bir programla kritik bir seçimi kazanmak üzere olduğunu söylüyor ve bizi meselenin özünü, meselenin sistem sorunu olduğunu görmemekle suçluyordu. 

Ne denebilir ki!

Memlekette günlerdir saatini İngiltere’ye göre ayarlayan o kadar fazla kişi vardı ki! Umuda, kazanmaya, ışığa hasret ama kolayına kaçtıkça umuttan daha da uzaklaşan, kaybetmeye mahkum olan, karanlığın aşılamayacak olduğuna inanmaya başlayan…

Peki ne oldu?

Corbyn, şapşal suratlı Johnson karşısında tutunamadı, İşçi Partisi’nin en radikal liderlerinden biriyken tam anlamıyla hayal kırıklığına dönüşüverdi.

Öyle ki, düne kadar Corbyn’i örnek almamızı isteyenler hemencecik gemiyi terk ettiler. Yaşlıydı, gençlere heyecan vermemişti; fazla solculuk yapmış inandırıcılığını yitirmişti… Son yirmi yılını Avrupa Birliği’ne övgüler düzmekle geçiren bazıları Corbyn’in AB’den çıkış, yani Brexit konusunda Johnson kadar kararlı durmadığını da not ediyordu.

Ne olacaktı şu Corbyn’in hâli!

Ya da ne olacak şu solun akıl hocalarının hâli?

Corbyn kazanamazdı. Çünkü Corbyn İngiltere gibi emperyalist bir ülkede tekellerin egemenliğine dokunmadan onları tırmalamaya kalkıyordu. Çünkü Corbyn, tarihinin en atıl ve örgütsüz dönemini yaşayan İngiliz işçisine örgütlü mücadeleyi değil sandığı işaret ediyordu. Çünkü Corbyn, Avrupa Birliği’nin çalkantılı sularından korkup içe kapanmak isteyen İngiliz halkını dalgalı bir denize çağırıyordu.

Corbyn bir biçimde kazansaydı, İngiltere benzersiz bir ekonomik krize sürüklenir, belki Johnson’ı filan da süpürecek ırkçı-otoriter bir iktidarın önü açılırdı. Corbyn bir biçimde kazansaydı, “sandığa gidip görevini yapan” örgütsüz İngiliz halkı, “çılgın” vergi politikasıyla kapitalist sınıfın canını sıkacak hükümeti koruyamayazdı.

Zenginleri vergilendirip sağlık ve eğitim hizmetlerini kurtarmak, ulaşım ve enerjide altyapı ihtiyaçlarını karşılamak bugün İngiliz kapitalistlerin altına girebileceği bir program değildi. 

Bu radikallikte bir hamle için İngiltere’de emekçilerin önemli bir bölümünün örgütlü mücadele içinde olması ve sermaye egemenliğini bir bütün olarak sorgulamaya başlaması gerekirdi. 

Üretim araçlarında özel mülkiyete dokunmadan patronların üzerine gitmeye kalkmak, bir kaplanı çakıyla yaralamaya benzer. E bir de bunu seçimlere sıkışan bir stratejiyle yapıyorsanız, o sandığı kafanıza geçiriverirler.

Böylesi bir strateji ya yıkımla (yıllar önce Şili’de Allende örneğinde olduğu gibi) ya da halkın aldatılmasıyla (yakınlarda Yunanistan’da Çipras örneğinde görüldüğü gibi) sonuçlanır.

Sonra sürekli sorulsun “ne olacak bu solun hâli…”

Olacağı şu…

Titizlikle emekçiler örgütlenecek, seçim manyağı olmadan, 365 gün, 24 saat kapitalizmin yıkılması gerektiğine ve yıkılabileceğine inanan, bunun için mücadele eden insanların sayısı artırılacak, dik durulacak, boyun eğilmeyecek ve sermaye düzeninin derin bir krizinde ortaya çıkacak tarihsel fırsat kaçırılmayacak.

Yoksa sabah akşam “birleşmek gerek”, “yenilenme gerek”, “şapkadan tavşan çıkarmak gerek”, “hem genç hem olgun, hem atak hem itidalli, hem hulahop çeviren hem misket oynayan, hem nalına hem mıhına bir lider bulmak gerek”lerle, tuhaf seçim fantezileriyle bir yere gidilmiyor.

Gidilemez.