Krizi fırsata çevirmek ve ne yapmalı?

Buna bir yönetme krizi denebilir. Birden fazla unsuru olan bir kriz…

Savaşlar her zaman başa beladır. 1905’te Rus Devrimi, Çarlığın Japonya’ya yenilgisi ile başlamıştı. Yine 1917 Ekim Sosyalist Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’na yoksul ve cahil Rus köylüsüne yeni topraklar, hatta İstanbul’u vaat ederek giren çürümekte olan bir sistemin bu vaatlerin altında kaldığı bir ortamda gerçekleşmişti. 1974’te Kıbrıs’taki Türk müdahalesi, bu müdahaleyi engelleyemeyen Yunan faşist cuntasının sonunu getirmişti.

Sayısız örnek verebiliriz. Savaştan galip çıkan bir iktidar nasıl gücünü artırırsa, tersi de geçerlidir. Kaybeden zayıflar, bazı örneklerde toplumsal meşruiyeti kaybolur.

Erdoğan Suriye’de kaybetti. Hep “ilan edilmemiş bir savaş” deniyor, ama büyük ölçüde ilan edilmişti Suriye seferi. Şam’da namaz kılacaklardı örneğin, “eeeyy Esed”in günleri sayılıydı. Olmadı, Suriye’de kaybetti.

Kaybetti çünkü Suriye’de “Müslüman Kardeşler”in toplumsal tabanı sandığından daha zayıf, Esad’ın uluslararası cihada karşı birleştirici bir aktör olarak aldığı destek hayal bile edemeyeceği kadar yüksekti.

Kaybetti çünkü Suriye’de “Alevi Esad”ı tekfirci akımlara devirtme projesine itiraz edecek geniş bir Sünni ve Hıristiyan kesim vardı.

Kaybetti çünkü bölgesel dengeler, Yeni Osmanlı projelerine hayal ettiği kadar uygun değildi; hayaller gerçeklere çarpıp dağıldı.

Kaybetti çünkü Rusya kendi çıkarlarına sahip çıkmaya, Suriye’yi aynı zamanda kendisini vuracak bir “gerici üs”e dönüştürme planlarını bozmaya, enerji kaynakları üzerindeki kavgada ABD’ye daha fazla alan açmamaya karar verdi.

Kaybetti çünkü yüzde 50 diye kodlanan seçmen ona Suriye savaşına daha aktif bir biçimde dahil olmak için ihtiyaç duyduğu desteği vermek yerine istikrar ve huzurun bozulacağı kaygısıyla isteksiz durdu, bu isteksizlik öbür taraftaki yüzde 50 içindeki savaşı istemeyenlerin sesinin daha gür çıkmasını sağladı.

Kuşkusuz Suriye yenilgisi Erdoğan’ı alaşağı etmedi ama onu ülke içindeki operasyonlarında zayıflattığı gibi uluslararası alanda ciddi ölçüde yalnızlaştırdı da.

Peki bu başarısızlık iktidar bloğunu, AKP iktidarını nasıl etkiledi?

Türkiye burjuvazisinin Erdoğan’ın kamçıladığı bölgesel ihtiraslarlara kendini kaptırdığı dönem yerini daha ihtiyatlı bir dış politika arayışına bıraktı. Libya’da devre dışı kalan sermaye gruplarına başka kanallar açıldı açılmasına ama Suriye, Irak ve Rusya’da alan kaybetme kaygısını hissedenlerin sayısı arttı.

Türkiye’yi Arap dünyasına bir kama gibi sokabileceklerine ve bölgeyi bu şekilde yeniden biçimlendireceklerine inanan Amerikalı şahinlerin hayal kırıklığı, ABD’nin Ortadoğu’da daha sağlamcı ve daha az inisiyatif-yük gerektiren bir tarz geliştirmesi gerektiğini düşünen çevrelerin kızgınlığı ile birleşti.

AKP koalisyonu içinde giderek etkisizleşen güçler, cemaat dahil, beceriksiz ve güvenilmeyen bir aktör olarak Erdoğan’dan rol kapmak için fırsat elde ettiler.

Peki içeride?

Erdoğan’ın yükselişi para-siyaset-para ve siyaset-para-siyaset akışı açısından tarihsel ve alçakça bir başarı öyküsüdür. Bu doğrudanlık kayıt dışı para hareketlerinin, kamusal varlıkların yağmalanmasının, emeğin tamamen baskılanmasının önünü açtı ve uluslararası tekellerin sınırsız özgürlük elde etmesi için son derece uygun bir ortam yarattı. Bu ortamda bir değişliklik yok ancak söz konusu doğrudanlık aynı zamanda paylaşım kavgasını da tetikledi. Kapitalizmin işleyiş mantığını bilmeyenler “bütün piyasa oyuncuları kazanıyorsa, herkesin memnun olacağını” düşünürler. Oysa kapitalizmde rekabet, kendisini sürekli yeniden üretir ve sermaye sınıfının ortak-kolektif çıkarlarını zaman zaman tehdit eden, siyasal sonuçları da olan çatlaklar üretir.

Unutulan bir konu var; Erdoğan söz konusu paylaşım kavgasını regüle eden, düzenleyen tek otorite olmak istiyor. Başka çaresi yok, çünkü para-siyaset-para ve siyaset-para-siyaset döngüsünde geri sarılması mümkün olmayan bir rol üstlendi diktatörümüz. Türkiye burjuvazisi kendisine hayat öpücüğü konduran Erdoğan’a şimdi sistemin regülatörü olma yetkisini verip vermemeyi tartışıyor. Bu sanıldığı kadar kolay çözüme bağlanacak bir sorun değil ve Erdoğan’ın güven ve itibar kaybını hesaba katacak olursak, önemli bir kriz başlığı. “Bitti” denilen cemaatin yeni ittifak girişimlerine kapı aralayan tam da bu ve Erdoğan daha önce sınırsız destek aldığı “yükselen İslamcı sermaye” içinde de artık dirençle karşılaşıyor.

Daha önce de söyledim, Erdoğan’ın tek gücü, kendisini Erdoğan yapan güçlerin zayıflığı… Sistem her tarafta bir siyasal ve ideolojik kriz yaşıyor, dolayısıyla Türkiye’nin geleceğine ilişkin tutarlı girdiler yapmak için koşullar uygun değil.

Kaotik sürecin önü biraz da bu nedenle açılıyor.

Erdoğan’ı zayıflatmaya dönük hamlelerin son birkaç ayda ciddi sonuçlara ulaştığını görmek gerekiyor. Bu hamleler Erdoğan’ı kişisel inisiyatiflerinden arındırıp, daha kolay yönetilebilir hale getirdiği anda Erdoğan’ın asıl mahareti ortadan kalkıyor! Bu da bir başka kriz nedeni ve krizin nereye evrileceğini hep birlikte göreceğiz. Erdoğan’ı indirmekle, Erdoğan’ı iktidarsızlaştırmak arasında sonuç itibariyle bir fark yok.

Bütün bunlar bizim açımızdan neye yarar?

Henüz bir devrimci durumdan uzağız Türkiye’de. Ancak bütün devrimlerle ilgili bir kuralı burada hatırlatmak durumundayız: Egemen sınıfın yönetme yeteneğinin azalmadığı, hatta ortadan kalkmadığı bir durumda devrim filan gerçekleşmez.

Egemen sınıfın yönetme yeteneği sadece ezilenlerin direnci ve isyanının ürünü olmaz. Tersi daha fazla geçerlidir; yoksullar egemen sınıf krize girdiği, artık sistem geniş kitlelere bir şey vaat etmemeye başladığı, huzur ve güvenin kaybolduğu, inandırıcılığın  yitirildiği noktada hareketlenirler.

Egemen sınıfın yönetme sıkıntısı, iç ve dış dünyada egemenlerin iç çelişkilerinin derinleştiği, çıkar çatışmalarının daha fazla hissedildiği kesitlerde artma eğilimindedir. Böylesi dönemlerde halk hareketlerinin yükselişi bu çelişkileri tetikleyebilir, sistemi paralize edebilir. Bunun, sistemin iç çatlaklarını bir çöküşe izin vermemek için kullanan ve sermaye sınıfından genel bir onay alan faşist bir aktörün kılıç atmasıyla nihayete ermesi mümkündür.

İşte bu açıdan Türkiye’de bir başka sıkıntı daha vardır. Erdoğan zaten bu hakkı uzun süredir kullanmaya kalkmaktadır ve bu iddiası sorun çözücü değil, sorunu artırıcı bir karakter taşımaktadır. Özeti Erdoğan’ın açık islamo-faşist bir iktidarla sermayeye istikrar sunması imkânsızdır. Deneyebilir denemesine ama karşılığı olmaz.

2013 Haziran Direnişi, sermaye sınıfına da emperyalist merkezlere de Erdoğan’da ısrarın maliyetlerini göstermiştir. Bu kendi başına devrimci bir hareket değildi, ama devrimci bir enerji çıkardı ortaya ve sonrasında herkes o “devrimci enerji”yi boğmak için elinden geleni yaptı. Risk barındırıyordu.

Ancak 2013 hayaleti dolaşmaya devam edecek.

Bu koşullarda

1.Erdoğan karşıtlığında işçi sınıfı ve sol adına rol alınmalı, burada titrek olunmamalı, hijyen alan arayışından kaçınılmalıdır.

2.Erdoğan karşıtlığı, AKP, AKP bloğu ve genel olarak sermaye düzenine dönük bir mücadeleye mümkün olduğu kadar yaklaştırılmalıdır.

3.Sistemin zayıf karnı haline gelen dinselleşmeye karşı güçlü bir aydınlanma kavgası yürütülmeli ve Türkiye’de sermaye sınıfının bu kavgaya gölgesinin düşmesine izin verilmemelidir.

4.Emperyalist merkezlerin ve sermaye sınıfının her tür alternatif üretme girişimine karşı teşhir ve etkili mücadele sürdürülmeli, sol görünümlü sermaye operasyonları bozulmalıdır.

5.İşçi sınıfının siyaset alanına örgütlü bir giriş yapması için çok güçlü siyasal, ideolojik ve ÖRGÜTSEL kanallar açılmalıdır.

6.Emek-sermaye çelişkisini unutturma girişimlerine karşı yaratıcı ve ezber bozan karşı hamleler yapılmalıdır.

7.Krizin sosyalist iktidar mücadelesine öngörülmeyen fırsatlar açabileceği bilinerek devrimci saflardaki reformist ve minimalist psikolojiye karşı mücadele verilmelidir.