Kanal İstanbul kimi çatlatacak?

“Sizin hükmünüz yok” demek istiyorlar. Karar vermişler mutlaka yapacaklarmış. İtiraz edenler çatlasa da patlasa da! Kendi açılarından haklılar, şimdiye kadar karar verip ilan ettikleri birçok şeyi yaptılar. Belli ki Marmara ile Karadeniz arasında bir su yolu açmak için yanıp tutuşuyorlar. İlla deneyecekler…

İstanbul Havalimanı’nda olduğu gibi… Milyonlarca ağacı yok ettiler, havacıların uyarıları ile dalga geçtiler, ekonomik açıdan mantıksız olduğunu söyleyenleri susturdular, hızlandırılmış inşaatta öldürülen işçileri umursamadılar. Şimdi eserleri ile gurur duyuyorlar. Bir görgüsüzlük abidesi, her tarafından israf fışkıran akıl dışı bir yapı övündükleri. Uçakların inişte ve kalkışta uzun uzun taksi yaptığı, yolcuların uçaktan uçağa geçebilmek için kilometrelerce yürümek zorunda kaldığı, havayolu emekçilerinin, mağaza ve kafelerde çalışanların, özetle herkesin yaka silktiği bir yer İstanbul Havalimanı.

Ve geleceği belirsiz. Havacılık sektörü işletme maliyetlerini düşürmek için bir yandan pilotları ve kabin görevlilerini daha az paraya daha çok çalıştırmak için uğraşırken bir yandan da diğer giderlerini minimize etmek için yol arıyorlar. Battaniyelerin üç gram daha hafif olması için yeni tasarımlar peşinde koşan, yolculardan kilosuna göre bilet bedeli almayı bile tartışabilen bir zihniyetin akılsızca planlanan bir havalimanından uzak durmanın yollarını aramasına herhalde kimse şaşırmayacaktır.

İstanbul Havalimanı büyük bir projeydi. Ama Kanal İstanbul’un yanında devede kulak. Yine çevre sorunlarına işaret edenler var. Çok geniş bir ormanlık arazi dümdüz edilecek, tatlı su kaynakları yok olacak. Öngörülen ve öngörülemeyen tahribatı olacak çevreye. Kontrolden çıkmış bir hâli var İstanbul’un zaten, Kanal İstanbul ile bu devasa kente ne idüğü belirsiz bir hormon yüklenmiş olacak. “Çatlasanız da patlasanız da doğayı tahrip edeceğiz, bunun ortaya çıkaracağı sonuçların karşısına geçip kahvemizi yudumlayacağız” diyorlar.

Beton aşığı bunlar. Soluksuz kalan bir ekonomiyi canlandırmak için ilk akıllarına gelen çimento!

Doğayı zerre önemsemiyorlar, onlar için bilim zaten kâr arayışına hizmet etmeli, halk da çatlayıp patlamalı. Peki ya stratejik hesaplar ne olacak? Betona onca para saçıldı sonra bu kanal nasıl işletilecek?

Kanal İstanbul’un Montrö Sözleşmesi’ni hükümsüz kılmayacağı ortada. Son yıllarda AKP’nin en büyük avantajlarından biri ona akıl dışı argümanlarla “muhalefet” edilmesi. Bu işlerde bir yanlış on doğruyu götürüyor, inandırıcılık kayboluyor. Kanal İstanbul projesi gerçekleşirse Karadeniz NATO gemilerine açılamaz. Daha doğrusu AKP zaten açtı açabileceği kadar. Kanal İstanbul bu açıdan Boğazların statüsünü değiştirmiyor. Ancak Kanal İstanbul, Boğazların statüsünün yeniden tartışılmasını kaçınılmaz hale getirecek.

Getirecek çünkü Kanal İstanbul, bugün İstanbul Boğazı’ndaki gemi trafiğinin bir bölümünü kendisine çekmezse büyük bir batağa dönüşür. Bu nasıl olacak? Kimse Boğaz’dan geçmek varken daha fazla para ödeyip Kanal İstanbul’a girmeyecek. Geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı gemi kaptanlarının görüşüne yer verdi bir yazısında. Bir dizi gerekçeyle kaptanlar “çok tehlikeli” olduğunu söylüyordu kanal geçişini. Bir de 25 metrelik bir derinliğin birçok gemininin geçişine zaten izin vermeyeceği görüşü dile getiriliyordu.

Ben de deneyimli bir uzun yol kaptanı arkadaşıma sordum düşüncesini… “Söylenenler doğru” diyordu, bu projenin İstanbul Boğazı’na seçenek oluşturması imkansızdı. 25 metre derinlik çok az gemi için sorundu, buraya takılınmamalıydı. Bir de hemen her kazadan sonra sorunun “dümen kilitlenmesi” olduğu haberlerine itibar edilmemeliydi, bu çok ender rastlanabilecek türde bir arızaydı. Dümen kilitlenmezdi ama dar sayılabilecek bir kanalda oluşacak akıntıyla birlikte gemilerin kontrol edilmesi çok güçtü. Hiçbir denizcinin bunu tercih etmeyeceğini, dolayısıyla Kanal İstanbul’un ancak ve ancak zorunlu bir su yoluna dönüştürülmesi durumunda kullanılacağını ileri sürüyordu. “Delilik” son sözüydü.

Bunun anlamı, halkını çatlatıp patlatan siyasi iktidarın diğer ülkeleri ve deniz taşımacılığı yapan şirketleri de çatlatıp patlatmayı göze aldığıydı. Boğazı durup dururken trafiğe kapayamazsınız ama “güvenli geçiş”e imkan tanımayan bir gelişmeyi bahane ederek bunu yapabilirsiniz. Akla türlü numaralar geliyor, bunlar da zaten yazılıp çizilmeye başlandı. Osmanlı’da oyun çok, İstanbul Boğazı’nın girişine devasa Necefli Maşrapa heykeli dikip “yayınımıza elimizde olmayan nedenlerle ara veriyoruz” denebilir. Oruç Reis’in sandalı battı, yalı yana yattı, köprü aşağı sarktı. Olmadı Marmara’ya girişler Boğaz’dan çıkışlar Kanal’dan!

İşte burada stratejik pazarlıklar, ekonomik çıkarlar ve de diplomasi iç içe geçecek, Montrö Sözleşmesi’nin yeniden pazarlık masasına konması sağlanacak. Belli ki hesaplanan bu.

Ancak bütün bunlar bazı araçlara üçüncü köprüyü zorunlu tutup belli sayıda geçişi “garanti” etmek kadar basit değil. Ölçekler ve muhataplar çok büyük. Kimin çatlayıp kimin patlayacağı belli olmaz.

Halka düşen ise çatlayıp patlamadan aklı, bilimi, çevre bilincini örgütlü hale getirmek, kanala başlandığında inşaatın bütün yükünü sırtlayacak emekçilerle saf tutmak, kanalı durdurma çabaları ile bu uğursuz iş üzerinden ekmeğini kazanacak işçilerin çıkarlarını birleştirmek ve bir kez ortaya çıktığında telafi edilmesi olanaksız zararlara yol açan “eserler” vermeye başlayan bu iktidar ve onun arkasındaki gözü dönmüş patron sınıfını durdurmaktır.

Çatlasalar da, patlasalar da…