Algı yönetimi…

Haziran’da cesur insanlar sokağa çıkmıştı. Cesur ve akıllı. Diktatör gücünden pek kaybetmemiş gözüküyordu, isyan başladığında. En azından öyle sanılıyordu. Güçlüydü, en azından şimdi olduğundan çok daha güçlüydü ama kimse umursamadı bunu.

Gazdır, tomadır, takan yoktu. Tehditleri de…

Her açıdan bugünle kıyaslanamayacak kadar eli kuvvetli olan diktatör karşısında milyonlar dik durdu, boyun eğmedi. Çöken bir iktidarın meydan okumalarına onu tiye alarak yanıt verdi.

Peki şimdi bu panik neden?

Evet, bir yandan Haziran ruhu kendini her gün, her an hissettiriyor. Öte yandan bu ruhu boğmak, ülke ve kendi geleceğini ellerine alma iradesiyle hareket edenlerin özgüvenini kırmak, çaresizleştirmek, oyun dışına itmek için sistematik bir çaba harcanıyor.

Gezi sırasında bunun olacağını söylüyorduk. Diktatörün gidişine imza atmak isteyeceklerini. Bu onuru halka bırakmamaya çalışacaklarını. Bugün epey yol aldıklarını söylemek durumundayız.

Bu köşede, “Meclis muhalefetinin bitmiş bir hükümetin düşmemesi için çaba gösterdiği” defalarca ileri sürüldü. İlginç olmalı, son yıllarda birçok ülkede sokağın gücüyle hükümet değişiklikleri gerçekleşir, emperyalist merkezler bunları “devrim” diye alkışlarken, bizde yıllarca AKP’nin arkasında duran odaklar, diktatörün gitmesini değil, zayıflamasını istediler.

Henüz ellerinde bir alternatif yoktu ama daha önemlisi diktatörün aydınlanmacı, yurtsever ve sol kimlikli bir halk hareketinin sonucunda gitmesi işleri karıştıracaktı.

Haziran’da halkımız bir paratoner gibi bütün tepkiyi üzerine çeken diktatörün işini bitirirken, ABD ve sermaye sınıfı da gereken mesajı alıyordu.

Zaten hoşnutsuz olmaya başladıkları diktatörün arkasında durmaya devam edemeyeceklerini, halkın öfkesinin daha radikal ve siyasal biçimler alabileceğini anladılar. Diktatörün gidişine imzayı halk atmamalıydı. Kalabalıklar en fazla yancı rolü oynayabilirdi.

Bunun için “o kadar gaz yedik, gençlerimiz öldü, adam gitmedi” hissini yaymaya başladılar. Devreye başka güçler girdi, itiraz edilmesi çok zor “sokak görevini yaptı şimdi sıra sandıkta” söylemi öne çıkarıldı.

Sokağın bir türlü alt edemediği ama sandıkta da kolay kolay gitmeyecek bir diktatör görüntüsü. Dahası da var: Faşizmin eli kulağında!

Diktatörün kitaba uygun bir faşist diktatörlük tesis etmek için girişimlerde bulunması, bunu istemesi, çılgınlıklara kalkışması, mümkündür. Evet. Ancak bu olasılık Haziran’da da vardı, lakin halk bu tehdidi ciddiye almıyor, kendisi meydan okuyordu.

Şimdi neden panik başladı?

Çünkü “ya seçimleri yine kazanırsa” sendromu sistematik bir biçimde bu toplumun bütün dokusuna yayıldı. Yaydılar.

Kritik komşuların sırtını döndüğü, ABD ve AB’nin “bittin” dediği, sermaye sınıfının geleneksel kesimleri ile yeşil sermayenin bir bölümünün çizdiği, nüfüsun en az yarısının nefret objesi haline gelen bir siyasetçinin bu işi kıvaracağından korkmaya başlayan Hazirancılar, Geziciler!

İddia ediyorum, bu bir mühendislik çalışması, bu bir algı yönetimidir.

Bakın Kılıçdaroğlu’na, hiç panik var mı? Tersine özgüven patlaması yaşıyor.

Mesele nedir?

Diktatörü hakim oldukları araçlarla, halkı tamamen devre dışı bırakarak, sonrasını sağlama alarak kenara çekecekler. Ha, diktatör direniyor, çılgınca şeyler yapmayı planlıyor. Yapar, can acıtır. İyi de bu olasılığa karşı bu halkın kendini savunacak tek aracı Haziran ruhu değil mi?

Oysa o ruhun kötürümleşmesi için muazzam bir kampanya sürdürülüyor. Yaratıcı akıl, cesaret, sosyal medyaya sıkışmaya, “kaset savaşları”na mahkum edilmeye çalışılıyor.

Daha fazla yazmaya gerek yok. Zaten “diktatörün ekmeğine yağ sürüyorsunuz” saçmalığına yanıt yetiştirmekten gına geldi.