Ahmet Hakan ile Sema Ramazanoğlu

“Ahmet Bey, bir imza verir misiniz…” Tek kişi olsaydı, yanılıyorum sanırdım, iki türbanlı genç kadındı bana seslenen ve ben Ahmet Bey olmamama rağmen bir şeyler demek zorundaydım. “Ne münasebet” diyebilirdim, hiç de nazik olmayacaktı, “karıştırdınız sanırım, ben Ahmet değilim” diye düzelttim yaratacağım hayal kırıklığına aldırmaksızın. Anlamış lakin şaşırmıştım Ahmet Hakan’a benzettiklerini. O sıralar kendisi İslamcı camianın idollerindendi, genç kadınlar muhafazakarlık filan bir yere kadar, “sizi çok beğeniyoruz Ahmet Bey” tadındaydı. Birincisi Harbiye Açık Hava’da, sonra Kartal ve Ankara’da Ulus’ta, hepsi bir yıla sıkıştı, herhalde Ahmet Hakan’ın İslamcı kesimde zirve yılıydı bu ve ben hiç “teşekkür ederim, siz nasılsınız” diye takılamadım. “E, yeter ama…” dememeyse ramak kalmıştı.

Ahmet Bey, kahve-kızıl sakaldı, gözlüktü, estetitize edilmiş gericilikti, dinselleşmeyle modernleşme arasında uyum arayan liberallerin işaret ettiğiydi, camiaya renk ve kişilik katandı. Çok beğeniyorlardı.

Karşılıksız kaldı bu “aşk”, Ahmet Hakan mahallesini beğenmeyip utanmaya başladı ve ustaca terk etti. Dönek dendi. Döneklik öyle olmaz, dönülürse soldan dönülür, sağın içinde dört dönenlere dönek demek lütuftur. Hakaretlerin uçuştuğu bir iklimde frene basıyorum, derdim bu değil, Ahmet Hakan dönek değil, başka bir şeydir. Geçmiş zamanda şimdiki zamanda…

Karşılaşmamız sunduğu bir televizyon programında oldu. Öğrendim ki, ona da “TKP’li şöyle biri var, sana benziyor” demişler, bunu “benziyormuşuz” demesinden anlıyorum; benzetmeyi yapanlara “ne münasebet” deyip demediğiniyse bilemiyoruz.

O zaman kahve-kızıl sakal ve gözlüktük, benzetiyorlardı ve bilmiyorlardı ki birbirini benzetmeye çalışan dünyalardaydık.

Daha zalim olanı şuydu, İslamcı Ahmet Hakan’la, mahallesinden utanan liberal Ahmet Hakan arasında hiç fark yoktu.

Sistem şöyle işliyordu, belli aralıklarla topluma azıcık karakter attıran tipler sunmak; siyaset dünyasına, medyaya, derken vicdanım yüreğim sızlıyor ama sanata, bir çöplüğe dönüşmüş dünyanın orta yerine tek bir jestle, üç satır yazıyla “vay beee” dedirtecek starları sokuşturmak zorundalardı.

“Gördün mü ne yazmış?” İnsanların yaşamlarını koydukları değerlerin kırıntısından bir ima, küçük bir dokunuşla kahraman olmaktır Ahmet Hakan. Ve hiçbir şeydir, dönemez bile, kendisi değildir zaten, kahve-kızıl şimdilerde ak sakal ve gözlükten ibarettir.

Gereğini yapar, Ensar’ı, İmam Hatipleri savunur, “asıl yobaz sizsiniz” diye Türkiye’nin ilericilerine saldırır, kişisel tercihi filan değildir, bunlar mevcutsa bir zamanlar şimdi unutmuştur.

Tehdit edildiğinde arka çıkmak bizim kültürümüzde vardır ama bize, bizim mahallemize ait değildir böyleleri, arkadaşımız filan hiç değildir.

Bu kadar aciz miyiz de Ahmet Hakanlardan Nuray Mertlerden, ne bileyim Ahmet Altanlardan kahraman yaratacağız?

Popüler kültür, star sisteminden kahraman çıkar çıkmasına ama o sistemi elinin tersiyle itmeye, gerisine bakmadan her şeyi göze alarak o diyarları terk etmeye cesareti olandan çıkar. Ona bir şey demez, elbette saygı duyarız tepemize çıkarmadan; bizim mahallenin  tepesi yoktur çünkü…

Herkes üç Ahmet Hakan vardır demekte oysa ortada tek bir Ahmet Hakan dahi göremiyoruz. O yüzden bırakın kendi haline kahve-kızıl şimdilerde ak sakal ve gözlüğü.

Bırakın diyorum “kadına öyle dememek gerekirdi” riyasını, bırakın düne kadar pısmış kalmış Kılıçdaroğlu’nun aniden konuşmaya başlamasını, bunlar başka bir düzlem, Sema Ramazanoğlu başka bir düzlem. Kadına öyle denmiyor, bir bakana deniyor, kadına öyle dememek gerek kadına saygısızlıktır; önüne yatmakta hakaret yok, aşağılama yok, erkek egemen söylem hiç yok.

Sema Ramazanoğlu bir zavallıdır da her zavallıya acınmaz, biz artık ülkemizin acıklı haline odaklanmalıyız. Ramazanoğlu’nun sözleri çarpıtılmış filan, geçiniz, bunlar bize kendi kötücül dünyalarını kaktırmaya çalışıyorlar. Ne kadını, ne acıması, ne yanlış anlaması!

Ensar utancının ardından yaptığı açıklamanın merkezinde “bir defadan bir şey olmaz” yoktu. Buraya odaklanmak aslında Sema’nın veya Şamil’in veya Nagehan’ın veya Cem’in tarzıydı ama çok gürültü çıkmasının nedeni bu sözler değil, aymazlık, pişkinlik, muhafazakarlığın arkasına saklanmış ahlaksızlıktı. İnsanlar bunu biliyordu, bilmiyorlarsa fark ettiler ve tepindiler üzerinde “bir defa” lafının.

Sonuna kadar haklıydılar.

Kadın ya da erkek, aileden sorumlu devlet bakanlığı diye baştan aşağıya lüzumsuz bir koltukta oturan kişi, çocuklara tecavüze bu “bağışlayıcılık”la yaklaşamaz; yaklaşırsa kadın ya da erkek bedelini öder.

Haksızlık filan değil, adalet bunu gerektirir.

Bunların dünyası sahte ve kötücüldür.

Şimdi konuşmadıkları söyleniyor, daha önce aynı koltukta oturan, yani bugünkü devlet işleyişine göre çocuklarımızdan, karıdan ve kocadan ve hepsinden sorumlu bakanlığın tepesinde duran kardeşi Selma Aliye Kavaf’ı bir doğum günü kutlamasında tanıma fırsatı bulmuştum.

Ne alaka değil mi? Ne alakaydı evet, doğum günü çok yaşasın Fidel Castro Ruz’undu, yılsa 2006. 80. yaşı için dünyanın dört bir yanından sosyalist Küba’nın dostları çağrılmıştı, Türkiye’den bir Selma Kavaf ve yardımcısı, bir de ben vardım; o zaman AKP’nin Kadın Kolları Başkanı’ydı ve davet edilmesinin ayrı bir öyküsü vardı. Vardı da, yeri değil!

Her ne ise, bol “yoldaş”lı, bol kokteylli, bol romlu, bol sergili, bol müzeli etkinlikler boyunca kenarda durdular, evet farklı bir mahallenin ortasındalardı ve içimde mensup olduğu partiye, dahası o zihniyete karşı duyduğum öfkeye rağmen acıdım, evet acıdım haline, “bu bayağı bir işkence olmalı” diyordum içimden.

Sonra acıdığıma pişman oldum.

Aralık ayıydı, Küba’da uzun süreden sonra ilk kez bir askeri geçit töreni yapılıyordu. Raul halka hitap edecek, Fidel’in yaş günü etkinlikleri de bu tören ile sonlanacaktı.

Gerilla kıyafetli atlılar geçti önce, kadınlı erkekli silahlı güçler, uçaklar, topçu birlikleri, arkadan bir milyon kişi “halk” düzeninde büyük bir coşku ve özgüvenle geliyordu. Resmiyet yoktu, her şey canlıydı, insanlar pankartları, dövizleri evlerinde hazırlamış, gönlünden ne geçerse onu yazıp Devrim Meydanı’na akmıştı.

Küba o gün çok fazlaydı, çok güzeldi ve yanı başımda göz attığım Selma Kavaf’ın suratı asıktı, mutsuzdu açıkça, çok mutsuzdu. Neden sonra Küba Devrimci Silahlı Güçleri’ne ait bir Sovyet yapımı T-62 tankı tam şeref tribününün önünden geçerken arıza yaptı, resmi geçitin düzeni bozuldu, koca zırhlı araç hareket etmeye çalıştıkça siyah durmanlar saldı ortaya, normaldi yaşanan belki ama canımız sıkılmıştı elbette ve yanı başımda Selma Kavaf gülümsüyordu, sevincini hiç gizleme gereği duymadan ve büyük olasılık Havana’da ilk kez!

O fotoğraf yeterlidir.

Daha sonra bakan olduğunda özgürlüklere, ilerlemeye düşman olduğunu yakından gördük; şaşırmadık, partisini biliyorduk, fotoğrafı ise unutmuyordum.

Yapacağını yaptı, bıraktı gitti, şimdi ablası var aynı sorumlulukta.

Ve ben aynı yüz ifadesini Meclis’te çocuk tecavüzlerine ilişkin gensoru reddedildikten sonra kutlamaları kabul ederken gördüm.

O fotoğraf da yeterlidir.

Genetik ya da ideolojik ya da sosyolojik…