İşçi cinayetleri karşısında bilim insanları

İşçi cinayetleri konusunda dünyadaki yerimizi herkes biliyor artık. Ülkeyi yönetenler “ölüm bu işin fıtratında var”, “birer Fatiha okuyalım” dediler demesine ama bilim insanları bu konuda ne yaptı acaba? Elbette burada sorduğum, bilim insanı kimlikleri ile ne yaptıkları yoksa her insan gibi cinayetlerin karşısında durmak ve tepki göstermek zaten görevleri.

Sorunun yanıtını biliyoruz, Soma katliamı sonrası bilim insanlarını hep birlikte dehşetle izledik aslında. İTÜ Maden Fakültesi Dekanı bir canlı yayında, "Karbon monoksit oksijenden daha hafiftir, yukarı çıkar. Çok iyi bir intihar yoludur maalesef. Çok tatlı bir ölümdür, hiçbir şey hissetmezsiniz” dedi. Her ne kadar sonradan yanlış anlaşıldığını söylese de, yayın kaydına internetten ulaşmak çok kolay ve izleyen herkes söylediklerinin tam olarak yukarıda aktardığım gibi olduğunu görebilir.

Bir maden profesöründen kendi uzmanlık alanında açıklama beklerken, onun tıbbın alanına girip olayı yumuşatmaya çalışması ilk anda çok garip dursa da, sonradan anlaşıldı ki, cinayetlerin işlendiği maden ocaklarının patronları İTÜ Maden Mühendisliği bölümünün akademik danışma kurulunda yer alıyormuş! Bu gerçek sadece dekanın değil, başka bir profesörün de madenin ait olduğu holding sahibinden övgü ile bahsetmesini, kendisinin titizliğinden dem vurup, madenin Türkiye’ye göre iyi standartlarda çalıştığını söylemesini de açıklıyordu. Oysa ki ortada insan hayatını hiçe sayan, paradan taviz vermeyen önemli bir işletme kusuru vardı. Üniversitenin namusunu yine öğrencileri kurtardı. “Ülkenin en önemli teknik okullarından biri olan İTÜ’nün faciaya sebep olan firmaya danışmanlık hizmeti vermek yerine ülke madenlerine denetim desteği ve facia sonrasında teknik destek vermesi gerektiğini düşünüyoruz. İTÜ rektörlüğü tarafından yaşanan facianın kader olduğunu savunan açıklamayı tanımıyoruz!” diyerek fakülteyi işgal ettiler.

Burada küçük bir parantez açıp, kimin için bilim? sorusuna yanıt aramak gerekiyor. Mao Zedung’un vurguladığı gibi, aslında saf haliyle bilimin sınıfsal bir karakteri yoktur ancak onu kullananlar bilimin sınıfsal karakterini belirlerler. Örneğin, parçacık fiziğindeki gelişmeler insanlığın enerji sorununun kökten çözümü için kullanılabileceği gibi, atom bombası yapılarak katliamlarda da kullanılabilir. Ya da, plansızlık ve tedbirsizlik sonucu Çernobil benzeri felaketlere yol açabilir.

Bu konuda en bilinen örnek, Alfred Nobel olsa gerek. Kimya mühendisliği eğitimi gören Nobel’in ilgi alanı nitrogliserin ve onun pratikte kullanımıydı. Nitrogliserin, baruttan daha güçlü olmasına karşın, basınç ve sıcaklığın etkisiyle kolayca patlamaktadır. Nobel'e göre bu durum nitrogliserinin kullanımını sınırlandırmaktaydı. Çalışmaları sonucunda, dumansız barut adını verdiği ve eşit miktarlarda nitrogliserinle nitroselüloz karışımından oluşan itici barutu bulmasıyla yaptığı dinamit, madencilikte çığır açmıştı. Ancak buluşunun umduğunun aksine, savaşlarda kullanımı üzerine servetini kendi adıyla anılan (ve içlerinde barış ödülünün de olduğu) bir dizi ödülün verilmesi için harcamıştır.

Tekrar üniversiteye dönecek olursak, maden konusunda sicilinin pek de parlak olmadığını söyleyebiliriz. Bu sadece bizde değil, diğer kapitalist ülkelerde de benzerdir. Örneğin Serdar Dinçer anılarında, Berlin Teknik Üniversitesi’ndeki Maden Mühendisliği eğitimi sırasında Adler isimli bir profesörün, “Gençler, tek geçerli olan kârdır” dediğini, madende iş güvenliğinin bir kâr hesabı olduğunu, işgüvenliğinin sınırının mühendislerin hesaplarındaki optimum noktasına bağlı olduğunu anlattığını, bu hesaba göre bir işçi için yapılacak güvenlik masraflarını, maliyetini belirleyen faktör, o işçinin ölümü veya sakatlığı halinde onun için ödenecek olan tazminat, rehabilitasyon vb. gibi masraflarla belirlendiğini, güvenlik maliyeti olası tazminat maliyetini aşarsa, güvenliğe çok fazla para yatırılmış olacağını, çok az güvenlik maliyeti durumunda da artacak kazalarla tazminat yükünün ağır basacağını, bunun da kârı olumsuz etkileyeceğini anlattığını, bu yüzden optimumun iyi hesaplanması gerektiğini söylediğini belirtir.

Türkiye’de sistematik kömür üretimi Osmanlı’nın son dönemlerine denk gelir. O tarihlerde Zonguldak havzasında işçiler gün doğmadan madenlere inerlerdi. İş başı işareti ise horoz ötüşüydü. Şimdi gün doğmadan horoz nasıl öter demeyin çünkü bu iş için yetiştirilen horozların kümeslerinin önüne getirilen kandillerle horozlar aldatılıp, şafak sökmeden ötmeleri sağlanırdı. Bu yöntem söylenildiğine göre zamanın üniversitesinin (Darülfünun) öğrettiği bir şeymiş.

Neyse sonraları, ocaklar Fransız şirketlerine devredilmiş ve şirket ocaklara fenni (bilimi) sokmuş. Bilim denilen de basit sondaj teknikleri ve ilkel asansörlermiş. Ancak Ali Naim anılarında, fenni yeniliklerin işçilerin can güvenliğini sağlamak için değil, daha çok kömür üretmek için kullanıldığını söyler. Kısacası değişen hiçbir şey yok.

Cinayetlerin hesabı muhakkak sorulmalı eğer bundan da suçsuz bulunurlarsa, bilin ki bir sözde bilim insanın raporuyla olmuştur bu. En azından takipçisi olalım.