Cumhuriyeti bilim açısından değerlendirmek

Eskiden 29 Ekim dendi mi aklıma hamasi, içi boş ve kesinlikle cumhuriyetin ne demek olduğunu kavramadığı çok açık olan kişilerin nutukları gelirdi. Bu yıllarca böyle sürdü. Bu bana çok garip gelmezdi, durumu da çok yadırgamazdım çünkü bunu yapanlar ne de olsa sağcıydı, daha doğrusu sağcı olduklarını gizlemezlerdi.

Son on yıldır da değişen bir şey yok aslında yine cumhuriyetin ne demek olduğunu bilmeyenler konuşuyor, ama tek bir farkla: Bu kez konuşanlar kendilerini solcu /ilerici olarak adlandırıyorlar.

Bunları yazıyorum çünkü bu sitenin okurları için cumhuriyetin kazanımlarından bahsetmemin hiçbir anlamı yok, onlar zaten biliyorlar umarım yukarıda yazdıklarım okur da belki bir işe yarar.

***

Cumhuriyeti kuran kadrolar gerçek anlamıyla iktidara gelebilmek için bilime gereksinimleri olduğunu çok iyi biliyordu. Henüz daha İkinci İnönü Savaşı devam ederken Ankara’da Birinci Muallimler Kongresi’ni topladılar. Düşünebiliyor musunuz, ortalık toz duman içerisinde, savaş sürüyor, Tekalif-i Vataniye kanunu çıkartılmış iki çorabı olandan bir tanesi isteniyor, sıcak cepheyle Ankara arasında çok fazla bir mesafe yok ve öğretmenler eğitim sorunları tartışmak üzere toplanıyorlar! Çünkü Kemalistler çok iyi biliyorlardı ki, savaşı kazanıp iktidarı ele geçirseler bile gerekli dönüşümleri yapamazlarsa, sadece devirdikleri iktidarın bir kopyası olabilirlerdi.

Bugün ismi dahi geçmeyen hastalıklar o dönemde salgın yapabiliyordu. Ustaca bir planlamayla (Verem Savaş, Sıtma Savaş gibi örgütlenmelerle) bu hastalıkların önü alındığı gibi, yurt çapında uygulanan aşı kampanyalarıyla da bir daha ortaya çıkmamaları sağlandı. Arkasından kurulan enstitülerde ise aşı üretimine geçildi. O yıllarda kendi aşısını üreten az sayıdaki ülkeden biri oldu Türkiye.

Benzer biçimde hemen her tür tarımsal ürün için araştırma merkezleri kuruldu. Bu merkezler bir yandan üretimi artırmak için gerekli önlemleri alırken, diğer yandan kitle eğitimi yapıyor, aynı zamanda da bilimsel araştırma merkezi olarak çalışıyordu.

1920-1923 yılları arasında arka arkaya çıkartılan yasalarla din ve dünya işlerinin (devlet işlerinin değil) ayrılması için radikal adımlar atıldı. Eğitim Birliği yasası çıkartıldı, tekke ve zaviyeler kapatıldı, ezan Türkçe okunmaya başlandı, Kuran Türkçeye çevrildi, okuma yazma seferberliği ilan edildi. Kısacası dinci gericiliğe karşı en büyük darbeler o zaman vuruldu. Sonuçta yasaklayarak değil, öğrencisizlikten dolayı ilahiyat fakültesi ve imam hatip benzeri kurumlar kapanmak zorunda kaldı.

1933’te üniversite reformu yapıldı ve İstanbul Üniversitesi dünyanın en önemli bilim merkezlerinden biri haline getirildi. Nazilerin toplama kampına attıkları Kantorowicz gibi dünyanın en önemli diş hekimi İstanbul Üniversitesine getirildi. Yine MargareteSchütte-Lihotzky gibi şehir plancısı hükümetin ısrarıyla Türkiye’ye getirildi ki daha sonra Avusturya Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi olmuştur. Dünyanın önde gelen bilim insanları, bilgi üretimi ve öğrenci eğitiminin yanı sıra Anadolu’nun çeşitli kentlerinde düzenli halka açık konferanslarla (bilim haftaları) bilim anlattılar.

Galip Ata’nın yazdığı Darvin kitabı, Max Beer’in Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi gibi kitaplar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlandı.

Bu örnekler uzatılabilir ve ayrıntılandırılabilir ama bir köşe yazısı sınırlarında bu kadarı yeterlidir sanırım. Dikkat ederseniz yukarıda verdiğim örneklerde bilim, eğitim, üretim üçlüsünün çok iyi kurulduğunu göreceksiniz zaten bilim politikası denilen şey tam da budur.

***

Aydemir Güler’in 29 Ekim günü yazdıkları bence konunun en özlü ifadesi: “Cumhuriyet büyük bir tarihsel ilerlemedir ve komünistlerin onun hazırlıkları sırasında ve yerleşirken ve yerleştikten sonra neler çektikleri, bu tarihsel ilerlemeyi ortadan kaldıramaz. Cumhuriyet Türkiye Aydınlanmasının doruk noktasıdır. Burjuva aydınlanmasıyla yetinmekse en az burjuva aydınlanmasının büyük bir tarihsel ilerleme olduğunu reddetmek kadar aptalcadır”.

Umarım bir kez daha bu konuyu yazmak zorunda kalmayız.