İyi niyet taşları

Kimilerine göre Şili demokrasisi, uzun yıllardır tıkır tıkır işliyordu. Şili’de seçim ve karar mekanizmaları şeffaf ve kurumsal bir işleyişe sahipti. Soğuk Savaş koşullarında bir üçüncü dünya ülkesinden beklenmeyecek kadar belirgin biçimde anayasanın üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, çoğulculuk gibi makbul bir burjuva demokrasisinin tüm özelliklerini taşıdığı yaygın bir kanaatti. Şili’nin demokratik kurumlarına duyulan güven siyasi yelpazenin farklı yerlerini işgal eden hemen tüm öznelerin ortaklaştığı bir noktaydı. Öyle ki sosyalist lider Salvador Allende, 1970’de yüzde 36’lık bir oyla seçimlerden galip çıkmasına rağmen başkan olmak için çoğunluğu yakalayamadığında, sağcı Hıristiyan Demokratların ağırlıkta olduğu Şili parlamentosu ABD’nin tüm baskılarına rağmen ona başkanlık yolunu açmıştı.

Salvador Allende bu vizeye karşılık var olan “anayasal düzenin” dışına çıkmama sözü verdi ve Şili Devrimi ve kendi hayatı pahasına bu sözüne sonuna kadar sadık kaldı.

Seçilmesinin ardından bir Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Kamusal yaşamın sivil kurumlar etrafında örgütlendiği, ordunun kendi profesyonel görevleri dahilinde derin bir demokratik kavrayış içinde hareket ettiği bir ülkeden geliyorum...”

Allende’nin iktidar cephesini oluşturan Unidad Popular’ın en önemli iki bileşeni Şili Komünist Partisi ve Sosyalist Parti de burjuvaziyi ürkütmeden sistemi dönüştürmek yanlısıydı. Burjuva demokratik kurumlara bağlı kalarak tekelci uluslararası sermayenin tasfiyesinin sosyalizm yolunu açacağına duyulan güven, şüphesiz yanlış bir kapitalist devlet okumasına dayanıyordu. Kapitalist devletin sınıflar arası bir bilek güreşi alanı değil burjuvazinin örgütlü çıkarlarını temsil eden ve değişen mücadele koşullarına tüm kurumlarıyla birlikte hızla adapte olma yeteneğine sahip bir yapı olduğunu anlamak için ne yazık ki 11 Eylül 1973’ü beklemek gerekecekti.

Allende hükümetinin bu konudaki körlüğü sürerken, ülke kıran kırana bir sınıf mücadelesinin sahnesi haline gelmişti ve hızla karar anına doğru ilerleniyordu. Unidad Popular iktidarı yükselişte olan işçi sınıfı hareketinin bir ürünüydü ve işçilerin cephesinden bakıldığında değerlendirilmesi gereken bir kazanımdı. Öte yandan karşı taraf büyük bir hızla örgütleniyor, Amerika Birleşik Devletleri’nin kaynakları ve akıl hocalığıyla pek çok cepheden aynı anda saldırıyordu. Bunun karşısında işçilerin fabrika ve arazi işgalleri Allende hükümeti tarafından bir emri vaki olarak görülüyor, kimi zamanlar devlet şiddetiyle önlenmeye çalışılıyordu. İşçilerden milis oluşturma önerileri de sert biçimde geri çevrildi, darbeye aylar kala silahlanmaya başlayan işçiler bu silahlardan arındırıldı.

Allende ordunun kendi “profesyonel görevlerinin” dışına çıkmayacağına gerçekten inanmış olmalı ki, sermaye güçlerinin kaynakları ile örgütlenen faşist paramiliter gruplarla işçilerin ve ilerici kesimlerin mücadelesi sokaklara taştığında kamu güvenliğini sağlama önlemleri kapsamında kabinesine kimi ordu görevlilerini aldı. Darbeye aylar kala kabineye atanan kişilerden biri de General Agusto Pinochet’den başkası değildi. Bu sırada Pinochet’nin de içinde olduğu ordu üst kademesindeki sinsi hazırlıklar son şeklini almaktaydı.

Bir yandan Şili ekonomisini çökertmeye yönelik ulusal ve uluslararası ölçekte yürüyen savaş ve ülkenin dış dünyadan izole edilmesi, öte yandan halkın terörize edilmesi ve medyanın yürüttüğü iftira kampanyası, Sovyetlerden beklenen ölçekte destek de bir türlü gelmeyince darbe koşullarının olgunlaşmasını sağladı. Bu koşullarda işçi sınıfının iktidar özleminin Allende hükümeti tarafından yanıtsız bırakılması ülkeyi bugün hâlâ içinden çıkamadığı bir karabasana sürükledi. Pinochet denen canavarın işçi sınıfının kazanımlarını ve Şili’nin ilerici birikimini yok etmesi için bir gün 
yetti...