YOD

DÜNYA SOLA DÖNÜYOR - ABD yazıları

Bugün geçtiğimiz yazıda bir giriş yaptığımız Yeni Osmanlı meselesine devam edeceğiz ama ondan önce bir okurumuz vesilesi ile soL'a ilişkin bir değerlendirme ile başlayalım.

Birkaç gün önce bir dostum, "soL'u okumak giderek zorlaşıyor..." dedi artan yazar sayısını ve çoğalan içeriği kastederek. soL, profesyonel anlamda bakacak olursak biri diğerinden daha az zararlı olmayan, boyalı burjuva basının seviyesizliğinden ve solun "vasati 40 çöp" adet yerini bulsunculuğundan yayına başladığı ilk günden itibaren çok uzakta bir yerde haber-analiz vermeyi, ülke gündemini okumayı giderek ustalaşarak sürdürüyor. Geçtiğimiz günlerde, soL'u her gün bize sunmada en fazla katkısı olduğuna inandığım bir "soL emekçisi" ile konuşurken de söylediğim gibi bir eksiğimiz kaldı: Habercilik.

soL'u okumak zor da soL'da yazmak çok mu kolay?

Sanıyorum soL'un tüm yazarları daha iyi ve nitelikli üretmek için birbirleri üzerinde olumlu etkiye sahipler. Hemen her konuda köşeyazılarından beklenen düzey ve içeriğin çok üzerinde bir üretimi okurları ve birbirleri ile paylaşıyor soL yazarları.

Pazar günleri ABD yazılarını yazarken (herhalde köşeyi paravan olarak kullanıp ABD gündemine pek ilişmememden olsa gerek) kendimi Yurdakul Er (Cuma), Metin Çulhaoğlu (Cumartesi) basıncı altında hissediyorum... Mesut Ağabey'in (Pazar) yazısını henüz görmemiş olmak ise işimi kolaylaştırıyor diyemem. Bu üç yazı ustasının ve düşün insanının peşi sıra yazıyor olmak nereden bakarsanız bakın büyük bir sorumluluk yüklüyor acemi bir yazarın sırtına. Perşembelerin Sabah Sabah köşesini kaleme alırken ise bu satırların yazarı ile aynı yaşlarda olan iki yazardan gerçekten hem yazmak anlamında hem analiz anlamında çok şey öğreniyorum. Bunlardan birisi son bir senedir birlikte düşünüp üretmekten keyif aldığım Emre Zeybek (Salı), diğeri ise entelektüel kapasitesini pek çok platformda bütün parlaklığı ile gösteren Fatih Yaşlı (Pazar). soL'un "isimsiz kahramanları" da dâhil olmak üzere her bir yazarı için bunların aynısını ve daha fazlasını söylemek mümkün.

soL iyi gidiyor... Ancak Kemal Okuyan'ın bir süre önce bir röportajında bahsettiği rölativizmi kullanarak sorabiliriz: Türkiye'deki kötüye gidişten daha hızlı iyiye gidiyor muyuz?

Sorumuz budur.

Bu soruyu sorduran ise Türkiye'nin başına çorap örenler ilmekleri hızlı atmaya başlamaları.

"Yeni Osmanlı Düşüncesi"nin (YOD) farklı alanlarda öğelerinin belirginleştiğini görüyoruz. Söz konusu belirginleşme 1980'lerin sonundan itibaren 1990'lı yıllar boyunca Türkiye'de egemen ve resmi ideolojinin yaşamış olduğu krizden çıkarak birbiri ile daha uyumlu yeni bir sürece girilmesi anlamına geliyor.

Düzen oturuyor! (*)

Düzenin oturmasının en önemli nedeni kemalist burçlarda dalgalanan beyaz bayraktır. Daha sonrasında analiz etmek üzere ve somut durumun bir analizi olarak açık biçimde yazmakta sakınca yoktur. Önümüzde bir mezar taşı durmaktadır. Üzerinde yazanları okuyalım: Kemalizm 1919-2009. Bunun resmi ideoloji ve egemen ideoloji üzerinde farklı etkileri olacaktır. Bu saptamayı bu yazıda açmamız mümkün değil, fakat bu tezimin için bir gerekçelendirme yapmadan yazıyı bağlamak okura "borçlu gitmek" anlamına gelecektir.

Kemalizm ölmüştür, zira kemalizmin teslim alınan burçları yeniden ele geçirmeye muktedir düşünsel ve siyasal birikimi ve belki bunlardan daha önemlisi bunları oturup baştan düşünebilecek bir kadro birikimi yoktur. Devlet içinde bile bırakalım ileri götürmeyi bunu taşıyacak böyle bir birikim kalmamıştır. Bir resmi ideoloji olarak kemalizmin aldığı yenilgi, böyle bir kurulukta ölümü anlamına gelmiştir. Devlet, aslında ancak bir soyutlama boyutunda doğru olan "egemen sınıfın baskı aracı" tanımlamasına olabilecek en yakın noktada kendisini konumlandırmıştır. Yaşananlar yalnızca politik ayak oyunları değil, bu kez resmi ideolojinin yeniden kodlandığını göstermektedir.

Bunların egemen ideoloji cephesinde yansıması ise kısaca bu düzlemde ikiliğin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Egemen ideoloji bir kavga alanı olmaktan belli bir süreliğine çıkmıştır. Kurallar belli noktalarda sabitlenmiştir. Son zamanlarda yine AKP üzerinde dolaşan komünizm heyulasını bu şekilde okumak gerekmektedir.

Hem resmi ideolojideki hem de egemen ideolojideki bu "büyük dönüşüm" solu (ve yazının başına referansla soL'u) kavgaya çağırmaktadır. Özellikle ikinci örnekte... Şöyle anlatabiliriz bunu: Kuralların sabitlenmesinin iki anlamı var. Birincisi, düşünsel etkinlik ve eylemlere belli bir süredir (giderek azalan biçimde de olsa) serbestlik tanıyan &mdashbu serbestliğin neden bütünüyle realize olmadığı ayrıca tartışılmalıdır&mdash ve kendi başına bir kriz dinamiği oluşturan "müsabaka alanı" ortadan kalkmıştır. İkincisi ve daha önemlisi kişisel etkinlik ve eylemlerin egemen ideolojinin sınırlarını zorlayarak aşması zorlaşacaktır.

Bu zorlaşmanın koşulu YOD mayasının tutmasıdır...

Sol, bu dönemi kavga etmeden atlatamaz. 1980 sonrası egemen ideolojideki dönüşümden sonra kaçaklara karşı contaların bir kez daha yenilenmesi ve yenilerinin eklenmesi kabul edilemez bir durumdur. Üstelik sosyalizm programının üzerine inşa edildiği "ön kabuller" tehlike altındadır. Yeni Osmanlı, aynı zamanda, bölge gericiliğinin (kastımız yalnızca işbirlikçi İslamcılık değildir, konjonktürel ve politik bir gericilikten değil tarihsel bir gericilikten ve gerilikten söz ediyoruz) ülke gericiliği ile buluşması anlamına gelecektir. Birkaç Erzurum gücündeki dinamiklerin Türkiye'ye eklemlenmesi, ulus-devlet modelini veri alan sınıflar mücadelesi şemasının tahribi de cabası...

İşte aslında Mümtaz'er Türköne'nin iki gün önce Zaman'da yazdığı ve adına Küçük Türkiye dediği ve "Küçük Türkiye"deki ısrarı "Küçük Türkiye milliyetçiliği" olarak kodladığı yazısını bu noktada bir manifesto saymak mümkündür. Daha doğrusu Yeni Osmanlı Düşüncesi (YOD) manifestosunun bir parçası. Yazısında Türköne beyninin vaktiyle iğdiş edildiğini söylüyor. Kendisine ilişkin bu kadar bireysel bir noktada üstelik sayısız örnek varken bu iddiayı sorgulayacak değiliz. Şimdi layığınca çalışıyor mu diye de sormuyoruz. Türköne'nin beynini iğdiş eden " ulus-devletin yerleşmesine ve pekişmesine hizmet edeceği varsayılan bu uydurma tezler" olmuştur. Bu uydurma tezler diye gönderme yaptığı Türk Tarih Tezi'dir ancak argümanı nasıl kurduğuna dikkat edilecek olursa Türköne'nin aslında Cumhuriyet'in kurucu paradigması ile hesaplaştığı, "merhum"un üzerine bir kürek toprak attığı hemen anlaşılacaktır.

Türköne'nin hesabı Osmanlı'dan kopuşu mahkûm etmektir. Yazıdaki Sevr'e sıkışma demagojisini bir kenara attığınızda görünen budur.

Dünün "hatırla sevgili faşisti" Türköne Kürtlerin halklarından, homojenleştirici politikalardan bahsediyor. "Nüfus Mübadelesi çok iyiydi, bir daha olsa da yesek" diyen Bakan Vecdi Gönül'ün bir satır eleştirilmediği, koruma altına alındığı, savunulduğu Zaman Gazetesinde... Bir yandan Kürtlerin ağzına bir parmak bal sürülürken bunlardan çıkan esas sonuç "Cumhuriyet baştanbaşa yanlıştı", oluyor. Üstüne, YOD manifestosunda Türköne "racon" kesiyor:

"5000 yıl öncesinin masallarıyla uğraşmak yerine, ayrılalı aradan henüz 100 yıl bile geçmeyen yakın coğrafyanıza yönelmek zorundasınız. Bu coğrafyada yaşamanın bir raconu var. Milliyetçiliğin dar kalıplarını kırıp büyük düşünmek zorundasınız. Bunun için ise en fazla Osmanlı kadar Türk olabilme hakkına sahipsiniz. Daha fazlası ile "Küçük Türkiye"de koyun gibi mutlu yaşarsınız."

Raconu bileceksin, işte o kadar! Aksi halde Türköne eskiden beri ne yapılması gerektiğini iyi bilir.

Yazısını şöyle bitiriyor Türköne:

"Osmanlı'yı güçlü kılan adaletiydi, yani ahlakî üstünlüğü. Bölgemizin adalete ve adalet dağıtacak düzenli ve istikrarlı bir güce ihtiyacı var."

YOD'un en önemli ideolojik dayanağı bu tarihsel göndermede yatmaktadır. YOD kitlelere zerk edilirken ve toplum tarafından yeniden şekillendirilirken egemenlerin güvenecekleri argümanı Türköne çok net biçimde formüle etmiştir.

YOD budur ve doğmaktadır. (**)

Dikkat edilmesi gereken nokta ise Kemalizmin ölümü ile önemli bir toplam siyaseten "öksüz" kalmıştır. Kemalistlerin ne kadar süre daha Kemalist olarak kalacakları kuşkuludur. Türkiye'deki dönüşümün bir göstergesi de bu olacaktır. Ancak sol bu dönüşümü bekleyecek lükse sahip değildir. Sol 1990'ların ikinci yarısında doğan fırsatı görmüş, nesnel koşulların elverdiği kadar doğru analiz etmiş ancak büyük çoğunluğu öznel yetersizlikler nedeniyle bu fırsat somuta geçememiştir.

Şimdi ise sol tehlikeyi görmekte ve belki de Suphi'lerden bu yana ilk kez sırtındaki tarihsel sorumluluğun bilinciyle siyaset yapmaktadır.

Solun bu kez ıskalama şansı yoktur. Pek çok kez yazdık ama yinelemekte sakınca yok.

Bu kavga, bu zemindeki en sonuncu kavgamızdır...

* * *

Bu yazı için bir ABD bağlantısı bulunması ise üst başlık nedeniyle gereklidir.

Amerikanca'da (İbranice'nin de 10. harfi olan) YOD, "your other daddy", "diğer baban" ifadesinin kısaltmasıdır. Şimdilik Amerikan kültüründeki karşılığını bir yana bırakalım. Cumhuriyet'in bir babası kemalizm ise diğeri komünistlerin varlığıdır. Diğer babanın sahneye çıkması, hele de ilki öldükten sonra, şart olmuştur. Sonra evlada iyi bir aile terbiyesi gerekecektir. Bir kısmı velayet davası sürerken halledilecek bu terbiyenin önemlice bir kısmı mutlaka velayet davasından sonraya kalacaktır.

Olsun!

Babalar ne içindir ki?

(*) Bu durumdan egemen ve resmi ideolojinin yaşadığı krizin ilânihaye sona erdiği anlaşılmamalı. Hele ki devletin çözülmesi sürecinin başbakan yüksek perdeden bağırdığı için sona erdiği akıldan bile geçirilmemeli. Çözülme devam etmekte, ideolojik alanda yeni kriz dinamikleri belirginleşmektedir. Bu belirginleşen kriz dinamikleri bizim bir sonraki yazımızın konusu olacak.

(**)Burada bir parantez açalım: Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Türkiye gericiliğinin hocalarından ama aynı zamanda göz ardı edilmesi zor bir akademik figür olan Şerif Mardin'in İmparatorluk'taki Genç Osmanlı hareketini incelediği çalışmasının ve yanılmıyorsak doktora tezinin adıdır (The Genesis of Young Ottoman Thought). Aslında Genç Osmanlı olması gereken çeviri bir şekilde Yeni Osmanlı olmuştur. Şerif Mardin'in Türkçe'deki toplu eserler serisinin editörü ise Mümtazer Türköne'dir. İlginç olan noktalardan birisi ise Şerif Mardin'in Said-i Nursi üzerine olan çalışmasının çevirmeninin Metin Çulhaoğlu olmasıdır. Bu "zoraki" rastlaşma Metin Çulhaoğlu'nun Yeni Osmanlıcılığı bizim gibi amatör kalemlere bırakmamak adına analiz etmesini bizce zorunlu hale getirmektedir.