Makale, söz konusu istisnai durumu şu şekilde anlatmakta: Tüm dünyada radikal İslamcılarla mücadele edilirken, İslamcı bir siyasi partinin hükümet olması ile birlikte açıkça İslamî bir görünüme bürünen Türkiye&rsquode İslamcı tüccar sınıf ülkenin geleneksel zenginleri ile mücadele etmekte. Türkiye&rsquode İslamcı kesim eskiden yoksullukla cebelleşirken bugün &ldquopara ile imtihan ediliyor.&rdquo  
NYT makalesine göre, Protestan iş etiğine sahip bu yeni ticari burjuvazi önüne konan engelleri birer ikişer yıkarak bugün gelinen noktada kendisini &ldquogeleneksel elitlere&rdquo dayatmaktadır. Henüz iktidarlarını paylaşmak istemeyen geleneksel elitler ise bu kent kökenli olmayan 1980 sonrası semirmiş &ldquoyeni sermaye&rdquo ile dişe diş bir mücadele vermekte. Kimi İslamcı patronların, TESEV Başkanı Can Paker&rsquoin, Mehmet Şevket Eygi gibi gericilerin görüşleri ile bezeli bu &ldquoderin&rdquo makale ikinci bölümünde sözü yüzyılın cukka hareketi Deniz Feneri&rsquone getirmekte. Bir süre öncesinde Fethullah Gülen&rsquoin okullarını manşete taşıyan NYT, bu kez de son altı yılda bağışlarını 100 kat artıran Deniz Feneri&rsquoni uluslararası camiada aklamaya girişmekte ve İslam&rsquoın eşitlikçi karakterinin altı çizilmekte. 
NYT makalesinin yazarı Türkiye&rsquodeki İslamcı hareketin gelişiminden ve &ldquoİslamcı zenginlerin&rdquo bir devlet politikası olarak &ldquoyetiştirildiğinden&rdquo habersiz mi? Türkiye&rsquoyi böyle indirgemeci bir gözlükle okuyan, kimi &ldquodetayları&rdquo ele almayan yaklaşımların bir örneği bu olsa belki bu durum &ldquohabersizlik&rdquo olarak adlandırılabilir. Oysa söz konusu durumun çok daha derin kökleri mevcut. Bunları incelemeden önce ikinci bir örnek verelim.  
İslam hukukunun eşitlikçiliğine dönük bir vurgu da bundan iki hafta öncesinde ABD&rsquode Türkiye ve Ortadoğu üzerine oldukça etkili isimlerden olan Harvard Hukuk Fakültesi profesörlerinden Noah Feldman&rsquoın Milliyet&rsquoteki röportajında yer almıştı. Söz konusu röportajda &ldquogazeteniz kapanmadı, başınız zorla örtülmedi değil mi endişelenmeyin&rdquo diyen genç profesör, &ldquodemokrasi olmasa da olur&rdquo demekte ve İslam&rsquoın zaten eşitlikçi olduğundan bahsetmekteydi. Çok yakın zamanda basılan İslam Devletinin Düşüşü ve Yükselişi isimli kitabında Türkiye&rsquode gelişen İslamcı akımın Ortadoğu ile karşılaştırıldığında peculiar&ndashözgün olduğunu söyleyen Feldman, 2004 yılında çıkan ve çok ses getiren Cihadın Ardından isimli kitabında ise Türkiye&rsquoyi bütünüyle bir outlier &ndash sapma olarak ele almaktaydı. Feldman&rsquoa göre Türkiye, İslami demokrasinin gelişebilmesi için büyüleyici bir fırsat sunmaktadır.  
Türkiye söz konusu olduğunda indirgeme ile istisna birbirine çok sıkı bağlı iki &ldquotercih&rdquo.
Türkiye&rsquoyi bir istisna olarak ele almak Anglo-Amerikan akademyasında ve siyaset dünyasında yeni bir huy değil. Kökleri modernizasyon teorisinde yatmakta.  
Önce iki basit tespit ile başlayalım:  
İster popüler olsun ister akademik, Türkiye&rsquoye ilişkin incelemeler ABD kaynaklı bir çerçeve tarafından belirlenir durumda.  
Ana-akım literatürü belirleyen bu çerçeve ele aldığı konular açısından büyük indirgemeler ekseninde Türkiye&rsquoye yaklaşmaktadır.  
Buna göre Türkiye&rsquonin modernleşme süreci istisnai bir deneyimdir ve Batı&rsquoda yaşanan modernleşme sürecinden derin biçimde ayrılmaktadır. Bu çerçevenin ve bu çerçeve ekseninde şekillenen yüzeysel argümanların günümüz egemen ideolojisinin ana öğelerini belirlediğini söyleyebiliriz.  
Kimi temel tezleri şu şekilde sıralayabiliriz:  
Türkiye&rsquode sınıfsal yapının gelişimi istisnaidir. Merkeziyetçi/güçlü devlet zenginliğin tekil ellerde birikimini ve sermaye oluşumunu engellemiş, patrimonyal-patrilineal küçük köylülük baskın sınıfsal öğe olarak varlığını 20. yüzyılın ikinci yarısına değin sürdürmüştür. Bu sınıfsal yapı aynı zamanda merkez ve çevre arasındaki gerilimin de kaynağıdır. 
Osmanlı devletinin sofistike bürokratik yapısı ve 19. yüzyıldan itibaren gözlenmeye başlanan sermaye sınıfı arasındaki ilişki de modernleşme sürecinde ve kapitalizmin gelişiminde başat belirleyen olmuştur. Bu model, bürokrasi ve burjuvazi arasındaki karşıtlığa dayanmaktadır. Bu ilişkide tarihsel olarak avantajlı taraf devlet/bürokrasidir.  
Modernleşme sürecinde İslam da çok istisnai bir rol oynamıştır. İslamcı akım esasen resmî &ndashhalen böyle bir şey kaldıysa&mdash söylemde anlatıldığı gibi kategorik olarak gerici bir rol oynamamış, özellikle Nakşibendî tarikatı &ldquoaydınlanmacı&rdquo bir işleve sahip olmuştur.  
Sekülerleşme hareketi de (bu kez resmî söyleme paralel olarak) istisnai niteliktedir. Özellikle bir kritik eşik sonrasında saltanat ve hilafet kurumlarının mukavemet göster(e)memesi ve ulemanın &mdashörneğin İran&rsquola mukayese edildiğinde&mdash politik zafiyeti sekülerleşme hareketinin bir mücadele çerçevesinde gelişmesine engel olmuş bu da sekülerleşmeyi bir müddet sonra bir devlet politikasına indirgemiş, sekülerleşmenin toplumsal tabanını bulamamasına neden olmuştur. 
Sözün özü bir &ldquoTürk istisnası&rdquo vardır ki bugünü anlayabilmek için bu istisnai deneyimin iyice analiz edilmesi gerekmektedir.  
Son dönemlerde Türkiye&rsquoye ilişkin hemen her tartışmanın içinde adı geçen Noah Feldman, Şerif Mardin* gibi akademisyenler, Graham Fuller gibi &ldquoTürkiye uzmanları&rdquo, önemli ABD gazetelerinin zaman zaman Türkiye&rsquoyi konu edinen köşe yazarlarının genel olarak bu çerçeveye sırtlarını dayadıklarını söyleyebiliriz.  
Bu yaklaşım bir yandan Türkiye&rsquonin Batı&rsquodan tümüyle farklı bir deneyim yaşadığını ileri sürüp, Batı&rsquoda yaşanan modernleşme ve kapitalistleşme süreçlerini ideal bir modele dayandırmaktadır. Türkiye bu ideal modelle mukayese edildiğinde bir istisna oluşturmaktadır. Bu çerçeve Türkiye&rsquoden işçi sınıfı ve sanayi kapitalizminin gelişimi konusunda İngiliz deneyimine, geleneksel tarımsal yapıların çözülmesinde ve sekülerleşme hareketinin gelişiminde Fransız deneyimine benzer bir çizgi beklemekte bulamayınca geç kapitalistleşme deneyimlerini ve eşitsiz gelişim dinamiklerini görmezden gelerek İslam dünyası içinde bir istisna olarak Türkiye biricik bir örnek olarak ele alınmaktadır.  
Daha doğrusu Türkiye tarihi ve toplumsal yapısı varlığı çok tartışmalı bu modelde yer bulamamakta ve bunun sonucunda Türkiye&rsquoden bir &ldquoyok-tarih&rdquo ve bir &ldquoyok-toplumsal yapı&rdquo icat edilmektedir.  
Açıkça belirtmekte fayda var. Güncel tartışmaların tamamını ve egemen ideolojik çerçeveyi belirleyen bu tezler geçmişi ve bugünü analiz etmek değil, bugünü şekillendirmek amacını taşımaktadır. Dün siyasette sosyalist solun varlığını ortadan kaldırmak ve akademideki Marksist kavramların ve metodun hâkimiyetini kırmak için bayilik metodu ile sızdırılan Anglo-Amerikan geleneğin kavram ve metodları bugün Türkiye&rsquonin dününü yeniden yazmakta, bugününü ise belirlemektedir. Açık Toplum Enstitüsü&rsquonün yapmış olduğu &ldquomuhafazakâr mahalle baskısı&rdquo araştırmasını da bu eksende ele almak pekâlâ mümkündür. 
Türkiye&rsquonin böyle bir istisnacı elekten geçirilerek indirgenmesinin amacı akademik değil siyasidir. Türkiye&rsquonin bu Amerikan eleğinden yekpare geçmesinin olanağı yoktur. Bu nedenle onlar bozmaya mahkûmdur. Bizim ise neyi ne kadar koruyacağımızı, ne kadarını yeniden inşa edip/yazacağımızı bilmemiz her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Bunun için her zamankinden fazla kuramsal ve ideolojik zenginliğe ihtiyacımız vardır.  
İçinde bulunduğumuz varlık-yokluk sınavındaki önemli görevlerden bir tanesi budur.  
 
* Şerif Mardin&rsquoi gönül rahatlığı ile bu gelenek içinde sayabiliriz.