Azgelişmişlik? GALİP MUNZAM

Pek çok kişi memleketin ABD'den nasıl göründüğünü soruyor. Beklenen yanıt aslında belli: Yazık size, gelişmemiş bir üçüncü dünya ülkesinde yaşıyorsunuz.

ABD'nin kendi içine dönük olarak dünyaya yaymış olduğu imajın hiç de gerçeği yansıtmadığını bu köşenin iki kez konusu yapmıştık Amerikan rüyası başlığı ile.

Bugün bu mukayeselere iki olay ile devam edeceğiz.

Şükran gününün (Kasım ayının son perşembesi) hemen sonrasındaki gün ABD'de "Kara Cuma" olarak biliniyor. Kara Cuma, aslında ABD'de tüketim çılgınlığına bulunmuş bir isim. Yeni yılda tezgâhlara çıkacak yeni ürünlerden evvel eskilerinin tüketilmesini amaçlayan bir gün... Fiyatların düşmesini fırsat bilen ABD'liler dükkânların önünde açılış vaktinden saatler önce kuyruklar oluşturup yağmaya hazırlanıyorlar. Sonra da bir ölüm kalım savaşı başlıyor.

Her sene rastlanan ve vakayı adiye gözüyle bakılan bu gibi olaylar bu sene de eksik olmadı. Örneğin, aralarında 28 yaşında 8 aylık hamile bir "tüketici"nin de olduğu pek çok insanın yaralandığı kayıtlara geçti. Aşağıda anlatacağımız trajik hikâyenin 25 km ötesinde ise alışveriş merkezlerinin birinde bir kadın yüzlerce insanın ayaklarının altında kaldı, ezildi, yaralandı ancak polis olayla ilgili raporunu tamamlayıncaya kadar alışverişine devam etti. Bunlar "olağan" kareler. Ama bu sene "tüketim çılgınlığı" bir adım öteye gitti.

New York Times'ın haberine göre bu yıl Kara Cuma New York'ta kana bulandı. Kapı önünde biriken tüketicilerin kapılara yüklenmesi bir faciaya neden oldu. Kapıların 34 yaşındaki mağaza görevlisi Jdimytai Damour'un üzerine çökmesi ve insanların bu çöküntünün üzerinden geçerek mağazaya girmeye çalışmaları neticesinde Damour hayatını kaybetti. Bir emekçi, orta sınıf tarafından bu kez kelimenin tam anlamı ile ezildi.

Damour hakkında fazla bilgiye sahip değiliz ancak mağaza yetkilisinin açıklaması kimi ipuçları veriyor. Yetkili, Damour'un bir geçici iş bulma ajansından tamir işleri için işe alındığını, daha doğrusu "kiralandığını" söylüyor. Aslında mağaza yetkilisi kendisi açısından durumu şu şekilde anlatıyor: Kapımız penceremiz çöktü, altında da falanca yerden ödünç aldığımız pense kaldı. "Neden işçiler kiralanıyor, bu nasıl istihdam" diye soramayan sendika ise "neden güvenlik önlemi alınmıyor" diye sordu.

Hikâye tüm öğeleri ile trajik...

Bu trajik hikâye birkaç saptama yapmamıza yardım edebilir.

Günümüzde "orta sınıf" büyük ve gerici bir güruhtur ve bu yeni orta sınıfın ortaya çıkışı kapitalizmin 20. yüzyılda edindiği en büyük başarılardan bir tanesidir. İkinci Savaş sonrasında kendi modernleşme deneyimini sosyalist ülkeler dışında tüm dünyaya dayatan ABD, bu sınıfa bir evrensellik kazandırmıştır. Bu sınıfın evrensel ve baskın tonu, iki önemli işlev gördü. İlki, söz konusu sınıf, kapitalist dünyanın esas polisi oldu. Bununla birlikte, iki önemli ve kapitalizm için tehlike arz eden sınıfı ideolojik tahakkümü altına aldı: işçi sınıfı ve geleneksel küçük burjuvazi. İkinci olarak, bu atmosferde doğrudan bir ajan olarak gündelik hayatın emperyalizm tarafından işgal edilmesini (kolonileşmesini) sağladı. Bu anlamıyla savaş alanında bertaraf edilen faşizmin içselleştirilmesinde en etkili katman bu yeni "orta sınıf" oldu.

Bu dönüşümlerin gerçekleşmesi noktasında en işlevli ideolojik tema "tüketimcilik" olmuştur. Tüketimcilik, ABD'den Avrupa'ya, otomotiv sektörü, "kültür endüstrisi", dayanıklı tüketim malları ile yayıldı. Kapitalizm bu ideolojik temadan ne kazandı? Bizce bu soruya verilebilecek iki önemli yanıt var: Birincisi, "tüketim alanı", üretim alanının aksine sınıfsal ayrımların doğrudan gözlenmediği bir alandır. Kapitalist ve işçi, "tüketici" olarak aynı yasalara tabiidir. İkincisi, üretim sürecinde kendi emeğine yabancılaşmış olan emekçiler, gerçek hayatı "tüketim alanı" olarak kurguladıkları oranda kendi sınıfsal varlıklarına da yabancılaşırlar. Dahası, tüketici, bu anlamıyla, dönüştürme gücü olmayan aciz bir "sosyal" kategoridir.

Buradaki başarı ise kalkınma/gelişme (development) anlayışının tüketime, başka bir deyişle orta sınıfın gücüne endekslenmiş olmasıdır. Yazının başında aktarmış olduğum ve egemen ideoloji tarafından belirlenen yanıt beklentisi işte tamamen böyle bir gelişkinliği ölçü almaktadır...

Oysa...

Oysa memleketim öyle mi?

Dün memleketimden umudu kesmenin mümkün olmadığını işçi sınıfı bir kez daha masaya yumruğunu vurarak gösterdi. Türkiye'de işçi sınıfı, emperyalizmin krizinin faturasına razı olmayacağını siyasi temsilcisi ile birlikte haykırdı. İşçi sınıfımız, egemenlerin sandığı gibi "cepte" olmadığını ispat etti.

Eğer gelişmişlikten anladığımız, modern sınıfların adlı adınca varlığı ve temsili ise şu iki üç gün içinde Türkiye, emperyalist merkez ABD'den çok daha gelişkin ve adlı adınca "modern" bir görüntü çizdi. Belki bu durum "gelişkinlik kriterlerimizi" toptan gözden geçirmemiz gerektiği anlamına geliyordur. Belki bu sosyalizmin geride bıraktığı dünyanın muzdarip olduğu evrensel dekadanstan, "çürüyor" dediğimiz memleketimizin daha az nasiplendiği anlamına gelmektedir.

Çürüme ülkemizde (de) vardır. Benzer sahneler İstanbul'da bir mağazanın açılışında da yaşanmıştı denebilir. Ancak aynı şeylerin yaşanmış olması söz konusu ideolojik etkinin aynı kuvvetle bastırdığı, toplumun aynı oranda pelteleştiği anlamına gelmemektedir. Çürümenin "koşulu" olan "tüketimci orta sınıfın" ölçeği ve kıyıcı etkisi gelişmiş kapitalist ülkelerde bambaşkadır. İşçi sınıfımızın, indirilen onca darbeden ve bütün karşı basınca rağmen hala hareket emareleri gösteriyor olması çok önemlidir.

Çürümeyi görmek kadar bunun içinden umut ve yol çıkarmak da devrimci bir görevdir.

Umut, hep devrimcidir.

Umut "gelişme"de değil adına ve sonucuna ne dersek diyelim devrimdedir.

Eğer böyle ise bizim payımıza evrensel değerleri daha kuvvetle sırtlanmak düşmektedir.

Not: Sevgili Yurdakul Er'in cuma günkü yazısında bana biçmiş olduğu görevi elimden geldiğince çabuk biçimde yerine getirmeye çalışacağımı buradan taahhüt etmiş olayım.

[email protected]