Yeni Türkiye, Yeni Burjuvazi

Türkiye’ye dair yaptığımız analizlerde, uzunca bir süredir, ülkenin radikal bir dönüşüm süreci içersinde bulunduğunu ve bu dönüşümün izlerinin devletin yeniden yapılanmasından, burjuvazinin bileşimindeki değişikliğe kadar geniş bir alanda takip edilebileceğini söylüyoruz.

Kabul etmek durumundayız: Artık yeni bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Henüz dört başı mamur bir veçheye kavuşmamış ama eskisini de büyük ölçüde geride bırakmış, yeni bir Türkiye.

İstanbul Sanayi Odası’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu” listesi yeni Türkiye’yi anlamamız açısından bize önemli ipuçları veriyor, o yüzden listeye biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.

Listeye baktığımızda dikkatimizi çeken ilk olgu, 500 büyük kuruluş sıralamasının ilk onunda sadece tek bir kamu kuruluşunun, Elektrik Üretim AŞ’nin bulunması. 500 şirketlik listede ise sadece 10 kamu kuruluşu kendisine yer bulabilmiş.

Özellikle 1980’lerden bugüne, Türkiye kapitalizminin yaşadığı krizleri devletin büyüklüğüne, ekonomiye müdahalesine ve kamu iktisadi teşekküllerinin varlığına bağlayıp, tek çare olarak özelleştirmeyi savunan liberaller bu listeye bakıp büyük mutluluk duyabilirler, ne de olsa artık büyüklüğü ile ekonomiyi etkileyebilecek herhangi bir kamusal varlık kalmamış ve hepsi sermayeye devredilmiş durumda.

Ancak aynı isimler Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu sürekli düşük yoğunluklu kriz halini açıklamak için yeni argümanlar bulmak zorundalar. Ne de olsa artık yeni bir büyük kriz yaşandığında “satın” diyebilecekleri kamu iktisadi teşebbüsleri ve “küçültün” diyebilecekleri bir devlet yok.

Listeye baktığımızda gördüğümüz başka bir olgu, geleneksel Türkiye burjuvazisinin gücünü korumaya devam ediyor oluşu. Listenin ilk on sırasında yer alan şirketlerden beşi, yani birinci sıradaki Tüpraş, dördüncü sıradaki Arçelik, beşinci sıradaki Tofaş, altıncı sıradaki Ford ve sekizinci sıradaki Aygaz, Koç Holding’e ait durumda. Listenin en başındaki kuruluşun, yani Tüpraş’ın ise AKP döneminde özelleştirilen bir kamu kuruluşu olduğunu unutmamak gerekiyor.

Liste, geleneksel büyük burjuvazinin gücünü koruyor olduğunu göstermekle birlikte, İslami/muhafazakâr sermayenin artık küçük ya da orta büyüklükte bir nitelik taşımaktan sıyrılıp, tekelci bir nitelik kazanmaya başladığına açık bir şekilde işaret ediyor.

Listede MÜSİAD üyesi otuz bir kuruluş yer alıyor. MÜSİAD’ın kurulduğu yıl, yani 1990’da bu sayının sadece sekiz olduğunu düşündüğümüzde yükselişin boyutu daha rahat anlaşılıyor. Benzer bir şekilde, 2005 yılında kurulan ve cemaatin şirketlerini bir araya getiren konfederasyon kuruluşu TUSKON’un aradan geçen 4 yılda muazzam bir büyüme gösterdiğini ve tam 45 üyesinin 500 büyük firma listesine girdiğini gözlemleyebiliyoruz.

Demek ki, liberalizmle muhafazakârlığın yükselişiyle kendisini gösteren yeni rejim inşası, sadece toplumun muhafazakârlaştırılması ve devlet aygıtının yeniden yapılandırılması anlamına gelmiyor Türkiye’de sermayenin bileşimi de değişiyor.

Artık bir yandan küresel ekonomi ile uyum içerisinde çalışmayı amaçlayan ve bunun yolunun da liberalleşmekten geçtiğini bilen ama aynı zamanda muhafazakâr bir Türkiye burjuvazisi var.

Çalıştırdığı işçiye asgari ücretten fazlasını çok gören, sigortasız işçi çalıştıran ve sendika düşmanı ama aynı zamanda işçisiyle aynı camide namaz kılabilen, ödediği asgari ücretin günahını verdiği zekâtla ödeyeceğini düşünen, ramazan geldiğinde birkaç yüz kişiye erzak yardımı yapmakla vicdanını rahatlatan bir burjuvazi bu. Yeni Türkiye’nin yeni sermaye sınıfı!

Liste bize krizin Türkiye burjuvazisini teğet geçtiğini de açık bir şekilde gösteriyor. 500 şirketin 412 tanesi 2009 yılını karla kapatmış durumda. Dikkat edilmesi gereken nokta ise, aynı yıl, listenin ezici çoğunluğunu oluşturan özel sermaye kuruluşlarında çalışan işçi sayısının 2008 yılına kıyasla yüzde 6,7 oranında azalmış olması. Bu ise iki anlama geliyor: ilkin, sermayenin kar ettiği dönemlerde dahi işçi çıkarabiliyor oluşu, ikincisi ise sermayenin daha az işçi çalıştırmasına rağmen karlılığını arttırmış olması. Bu ise artı-değer, yani sömürü oranının artmış olması anlamına geliyor.

Demek ki muhafazakârlaşmaya sömürününün artışı eşlik ediyor. Demek ki daha az maliyet ve daha çok kar için, daha çok işçinin gününü fabrikayla cami arasında geçirmesi, daha çok işçinin şükretmesi ve daha çok işçinin umudunu öteki dünyaya bağlaması gerekiyor. Çünkü İslamize olmamış, muhafazakârlaşmamış bir toplumda kölelik ücreti ile işçi çalıştırmak ve sömürüyü bu derece artırmak mümkün olamıyor.

Muhafazakâr burjuvazinin yükselişini yeni bir hegemonya projesi ile birlikte okumak gerekiyor. Eğer kapitalist bütün toplumlarda, sermaye sınıfı, egemen sınıf olma niteliğini, toplumun geri kalanını kendisine bağlayabilecek ve ideolojik hegemonyasını tesis edebilecek projelerle mümkün kılabiliyor ve kendisini ancak bu şekilde yeniden üretebiliyorsa, yeni Türkiye’nin yeni burjuvazisi de benzer bir şeyi yapıyor.
Marx’a atıfla söyleyebiliyoruz ki, “her çağda egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleri olarak şekilleniyor.”

Vesayet rejimine karşı millet iktidarı, statüko karşıtlığı, demokrasi söylemi, sivil toplumculuk, girişim özgürlüğü, atanmışlara karşı seçilmişler, yerelleşme, devletin küçültülmesi, özelleştirme vs…

Tüm bunlar, liberal ve muhafazakâr yeni Türkiye’nin ve onun burjuvazisinin ideolojik hegemonyasını kurarken en çok başvurduğu ve üstelik topluma kabul ettirmede başarılı da olduğu kavramlar.

Emeğin iktidarı adına sermaye iktidarının karşısına çıkanların, kendi hegemonya projeleri için gerekli araçları hızla yaratmaları ve sermayenin kavramlarının karşısına kendi kavramlarını ve kendi değerlerini koyup, bunları geniş kitlelere mal etmeleri gerekiyor. Çünkü sınıf mücadelesi en çok bu düzlemde elle tutulur, gözle görülür bir niteliğe kavuşuyor.