Yeni-Osmanlı ya da Bir Ölü Doğum Hikâyesi

Bu köşede 28 Haziran 2011 tarihinde yayınlanan “Taşeron İmparatorluğun Suriye Seferi” isimli yazıyı şöyle bitirmiştim:

“Pentagon, ABD’li think-tankler, İsrail ve iktidar el ele vermiş, yeni bir Osmanlı, bölgesel bir imparatorluk inşa ediyorlar. Ancak taşeron bir imparatorluk bu. Amerikan imparatorluğunun garnizonlarından, karakollarından biri olmaktan öteye gidemeyecek, sınırları içerisindeki ve bölge ülkelerindeki halklara kan gözyaşı ve felaketten başka bir şey getirmeyecek, bu nedenle de barbarlarını bekleyen, daha inşa edilmeden yıkılması gereken bir imparatorluk.”

Bu yazının yayınlanmasının üzerinden geçen yaklaşık bir yıllık zaman diliminde, iktidar taşeron imparatorluk unvanını hak ettiğini gösterircesine, Suriye’ye ilişkin emperyalist planların tam göbeğinde yer aldı. Bu süreçte Türkiye Suriyeli muhalifler için bir üs haline getirildi, Esad rejiminin devrilmesi için uluslararası bir kamuoyu yaratılmaya çalışıldı, CIA ve Arap şeyhlikleriyle birlikte istihbarat operasyonları düzenlendi, çetelere silah ve para aktarıldı.

Operasyonun nihai hedefi Suriye’de rejimin devrilmesi ve Arap Baharı’nın taçlandırılmasıydı. Böylelikle bölgede Müslüman Kardeşler’in hegemonyasında bir Sünni kuşak oluşturulacak ve İran yalnızlaştırılacaktı. Bu aynı zamanda Rusya ve Çin’e karşı Atlantikçi Batı bloğunun bölgesel zaferi anlamına gelecekti. Türkiye ise, İslam’la demokrasinin (İslam’la küresel kapitalizmin diye de okunabilir) bir arada olabileceğini gösteren model ülke olarak, yeni Müslüman Kardeşler rejimlerine örnek teşkil edecek, bölgenin de hegemon gücü olacaktı.

Aslında henüz Arap baharı başlamamışken, filozof dışişleri bakanının öncülüğündeki yeni Türk dış politikası, olanca stratejik derinliğiyle Ortadoğu’da aktif rol almak için hesaplar yapmaya başlamıştı. Bu yeni dış politika anlayışı, Osmanlı’nın ihyası üzerine kurulmuştu ve mimarları tarafından asla telaffuz edilmese de yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırılmayı hak ediyordu. Resmi olarak bir Osmanlı İmparatorluğu kurulmayacaktı ama cumhuriyet dönemine damgasını vuran dış politika anlayışından vazgeçilecek ve Osmanlı bakiyesi topraklarda Türkiye, elbette ki küresel emperyal güçlerle tam bir uyum içerisinde, bölgesel bir emperyal güç olarak yeniden sahne alacaktı. 2009 yılında Radikal 2’de yayınlanan “Yeni Osmanlıcılık, AKP, Gazze” isimli yazıda bu durumu şöyle anlatmıştım:

“AKP’nin ‘yeni-Osmanlıcılık’ olarak da adlandırılan bir şekilde Sünni İslam’ın liderliğine oynaması Türkiye’nin herhangi bir şekilde Batı dünyasından kopması ya da bağımsız bir dış politika izlemesi anlamına gelmiyor. Bilakis AKP, Obama ile birlikte yeni bir veçheye kavuşacağını düşündüğü ABD’nin bölgeye yönelik planlarında (Yeni Ortadoğu Projesi’nde) daha aktif bir rol alabilmek adına Türkiye’ye ‘alt-emperyalist’ bir rol biçiyor, yani yeniden açılacak olan Ortadoğu ihalesinden pay kapmaya çalışan bir taşeron gibi davranıyor.”

Arap Baharı ve özellikle Libya’da yaşananlar AKP’nin taşeron siyasetine büyük bir ivme kazandırdı. Arap coğrafyasında yaşananlar öngörülemediği ve sonrasında da müdahale edilemediği için (Erdoğan’ın “NATO’nun ne işi var Libya’da” sorusunu hatırlayalım) Suriye’ye geç kalınmadan müdahale edilmek istendi. Bu sefer Libya’da olduğu gibi sürecin dışında kalınmayacak, hatta Türkiye Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinde öncü rolü oynayacak, böylelikle yeni-Osmanlı’nın doğuşu simgesel olarak ilan edilebilecekti. Bunun için sınırda mülteci kampları oluşturuldu, silahlı çeteler Türkiye’de üslendirildi ve mesele uluslararası kamuoyuna taşındı.

İlk başta her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu: Muhalefet giderek güçleniyor, sokak gösterileri artıyor, rejimin yaptığı iddia edilen katliamlar uluslararası medyaya sızdırılıyor, böylelikle Suriye’ye yönelik bir müdahalenin zemin taşları döşeniyordu. Ancak Suriye’nin bir Libya olmadığı çok geçmeden fark edildi. Suriye’de rejim meşruiyetini yitirmiş değildi, Esad’ın arkasında ciddi bir halk desteği vardı, muhalifler belli kentlerde varlık gösterebiliyor ve geniş katılımlı eylemler düzenleyemiyorlardı, ordu Esad’dan desteğini çekmiş değildi ve devlet aygıtı içerisinde herhangi bir ayrışma ortaya çıkmamıştı, İran, Rusya ve Çin ise Suriye’yi açık bir şekilde destekliyordu.

Batı, Libya’ya benzemediğini anladığında Suriye’ye yönelik planlarını gözden geçirme ihtiyacı hissetti. Birkaç hava bombardımanı ile rejimin yıkılması imkânsız olduğu gibi, karadan yapılacak bir müdahale Suriye’yi batı orduları için bir bataklık haline getirebilirdi. Bunların dışında ve esas önemli olan ise böylesi bir müdahalenin bölge ülkelerinin hemen hepsini kapsayan bir savaşa dönme ihtimalinin yüksekliğiydi.

Hal böyle olunca, Batı, askeri seçeneği geri plana itip diplomasiyi ön plana çıkarmaya başladı, bu ise Türkiye’nin beklentilerinin aksine, Esad rejiminin daha uzun yıllar varlığını devam ettirmesi anlamına geliyordu. Batının planlarının değişmesiyle birlikte Türkiye kelimenin tam anlamıyla ortada kaldı öyle katı bir tutum almıştı ki geriye çekilemiyordu ve Batı desteği olmadığı için de daha radikal adımlar atamıyordu, sonuç tam bir kitlenme durumuydu ve yeni-Osmanlıcı dış politika ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüştü. Suriye hava savunma sistemlerinin Türkiye’ye ait bir keşif uçağını düşürmesi ise yeni-Osmanlıcılığın adeta doğmadan ölümünü ya da ölü doğumunu ilan ediyordu, uçaksavar mermileri bir fantezinin sonunu getirmişti.

Yeni Osmanlıcılık bir fanteziydi çünkü karar alma mekanizmaları emperyalizme böylesine göbekten bağlı bir ülkenin bağımsız hareket edebilmek gibi bir şansı yoktu. Yeni-Osmanlıcılık bir fanteziydi çünkü 400 milyar dolardan fazla dış borcu olan bir ülkenin emperyal bir devlet olması imkansızdı. Yeni Osmanlıcılık bir fanteziydi çünkü kendi içerisinde bir tür iç savaş yaşayan, 200 civarında muvazzaf subayın ve binlerce Kürt siyasetçinin cezaevlerinde olduğu bir ülke bölgesel bir güç olamazdı. Yeni Osmanlıcılık bir fanteziydi çünkü hegemonya kurmak istediği coğrafyaya kurnaz bir tüccar edasıyla yaklaşıyordu, oysa dış politika, Kayseri’de mobilya üretip ihraç etmeye benzemezdi. Yeni Osmanlıcılık bir fanteziydi çünkü filozof dışişleri bakanının “Stratejik Derinlik”i, içinde emperyalizm ya da kapitalizm sözcüklerinin geçmediği son derece sığ bir metindi.

Keşif uçağının düşürülmesiyle Suriye’nin ve dolayısıyla Rusya’nın Türkiye ve Batıya verdiği mesaj yerini buldu, Türkiye bırakın herhangi bir etkili yanıt geliştirmeyi, günler geçmesine rağmen düşen uçağının enkazına ve pilotlarına ulaşmayı dahi başaramadı. Yaşananlar, emperyalist merkezler tarafından basit birer kınamayla geçiştirildi ve herhangi bir operasyon için yeterli görülmedi. Dediğim gibi, uçaksavar mermileri bir fantezinin sonunu getirdi.

Fantezi, hakikatin duvarına çarpıp tuzla buz olduğunda, akıl hastalarının en sık verdiği tepkilerden biri gerçekliği inkâr etmektir. Yeni-Osmanlıcı dış politikanın, bir fanteziden ibaret olduğu gerçekliğini inkâr edip ülkemizi ve bölgeyi çok büyük felaketlere sürüklemesi ise hiç de düşük bir ihtimal değildir. Tam da bu nedenle, yeni-Osmanlıcılığın karşısına dikilmek ve barışı savunmaya devam etmek günümüz Türkiye’sindeki en acil görevlerden biridir.