Yedi Yılın Ardından AKP İktidarına Bakmak

AKP, 3 Kasım 2002’de iktidara gelişinin ardından siyasal ideolojisinin ana hatlarını açık bir şekilde ortaya koyabilmek için Yalçın Akdoğan’a “Muhafazakâr Demokrasi” isimli bir risale yazdırdı. Söz konusu risalenin kilit sözcüğü “uzlaşma”ydı ve metnin içinde defalarca vurgulandığı üzere, AKP’nin siyaset anlayışı uzlaşmaya dayanmaktaydı. Bugünden geçmişe bakıldığında, söz konusu sözcüğün basit bir takiye amacı gütmediğini ve sahiden de AKP siyasetinin temelinde yer aldığını söylemek mümkün ancak uzlaşılanların kim olduğunu gözden kaçırmaksızın.

AKP, geride kalan yedi yılda, dışarıda uluslararası sisteme ve içeride ise Türkiye burjuvazisi ve askeri/sivil bürokrasiden müteşekkil iktidar bloğuna eklemlenebilmek için üç temel başlıkta tam bir uyum ve uzlaşı siyaseti izledi. Başlıklardan ilki, neo-liberalizmle ilgiliydi ve AKP, önce IMF gözetiminde ve şimdilerde ise bu gözetim olmaksızın, IMF/Dünya Bankası orijinli ve Türkiye burjuvazisinin mutlaka uygulanması gerekir dediği neo-liberal politikaları, daha da derinleştirerek devam ettirdi. İkinci başlık, Soğuk Savaş’ın bitiminin ardından yönsüz kalan Türk dış politikasının 90’ların ortalarından itibaren temel strateji olarak belirlediği AB’ye eklemlenme projesi ile ilgiliydi ve AKP, özellikle iktidarının ilk döneminde bu eklemleme ile ilgili olarak hayli yol katetti. Üçüncü ve sonuncu başlık ise özellikle NATO üyeliğini içeren ama onu da aşan ABD müttefikliğine ilişkindi. AKP, bu ilişkileri de derinleştirmeyi başardı ve gelinen nokta bir süredir yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırılıyor.

Peki uluslararası sisteme ve iktidar bloğuna dâhil oluş süreci yedi yıllık AKP iktidarını anlamak için yeterli mi?

Sorunun yanıtı açık bir şekilde “hayır” ve toplumsal alanda hegemonyanın nasıl kurulduğunu, iktidarın kılcal damarlarının toplumsal alanın nerelerine kadar uzandığını ve nasıl bir ağ teşkil ettiğini anlamaksızın AKP iktidarını anlamak mümkün görünmüyor. Kuşkusuz böylesi bir anlama çabası, ayrıntılara inilerek gerçekleştirildiğinde bu boyuttaki bir yazının kapsamını aşacak nitelikte. Dolayısıyla da yazınını bir giriş yazısı olarak kavranması ve başka katkılarla da zenginleştirilmesi gerekiyor.

İktidar Mekanizmaları
Medya gücü ile başlayalım. AKP, kendisinden önceki iktidarlardan farklı olarak, mevcut medyayı hâkimiyeti altına almakla ya da baskılamakla yetinmedi bizzat kendi medyasını, kendi kitle iletişim araçlarını ve dolayısıyla da kendi ideolojik aygıtlarını yarattı. Bu aygıtlar ise cemaat ve tarikatların medya ağına kolaylıkla eklemlendi. Süreçte kilit rolü ise TMSF oynadı. TMSF aracılığıyla el konulan medya kuruluşları, düzenlenen ihalelerle AKP’ye yakın kimselere satıldı. Kanaltürk gibi örneklerde ise vergi silahı devreye sokuldu ve Tuncay Özkan’ın kanalı elden çıkarması sağlandı. Mali denetimin halen Aydın Doğan’ın üzerinde Domokles’in kılıcı misali sallanmakta olduğunu biliyoruz. Şu anda Silivri’de bulunan kişilerden üçünün Doğu Perinçek’in, Mehmet Haberal’ın ve Tuncay Özkan’ın geçmişte ya da bugün birer televizyon kanalına sahip olduklarını ve bu kanallarda AKP’ye sert bir muhalefet yapılmış/yapılıyor olduğunu ise geçerken not ediyoruz.

TOKİ ile devam edelim. AKP, yedi yıllık iktidarında Toplu Konut İdaresi’ni ve konut inşasını tam bir hegemonya aracı olarak kullanmayı başardı. Resmi rakamlara göre TOKİ 2003-2009 yılları arasında 394.804 adet konut üretti ve bunların 341.796 tanesi dar ve orta gelirli gruplara uzun vadeli ödemelerle satıldı. Türkiye toplumunun ev sahibi olmaya ne kadar önem verdiği göz önüne alınırsa yaklaşık 400.000 hanenin bir şekilde ev sahibi yapılmış olmasının hiç de küçümsenmemesi gerektiği açıktır. Buna inşaat sektörü ile yaratılan geçici istihdamı ve kısmi ekonomik canlanmayı da eklemek gerektiğinde, TOKİ’nin AKP iktidarı açısından taşıdığı önem daha iyi anlaşılacaktır.

Toplumsalın fethinde en önemli araçsa yaratılan sadaka devleti olarak görünüyor. İşsizliğin ve yoksulluğun hızla arttığı bir konjonktürde iktidar son derece gelişkin bir sadaka mekanizması kurmayı başarıyor. Rakamlar bunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. AKP hükümeti sadece 2008 yılında tam 2.084.681 haneye 1.717.228 ton kömür dağıtıyor. Aynı yıl şartlı nakil transferi adı altında 1.951.420 öğrenciye aylık 20 ila 45 lira arasında yardım yapılıyor. Ayrıca yine 2008 yılında sayısı verilmeyen sayıda kişinin tam 213.7 milyon lira tutarında gıda yardımı aldığı görülüyor. Yakıt ve gıda yardımı ile cüzi miktardaki eğitim yardımı milyonlarca yoksul insanı AKP iktidarına duacı hale getiriyor, toplumsal alan sadaka aracılığı ile fethediliyor. Bu mekanizmaya AKP’li belediyelerin yapmış oldukları yardımları da eklemek gerekiyor. Örneğin Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 2008 yılında gıda ve temizlik malzemesi yardımı yaptığı aile sayısı tam 400.000. Yakacak yardımından yararlanan kişi sayısı belirtilmemiş olmakla birlikte bu yardımın miktarı da 110.000 tonu buluyor.

Böylesi kurumsallaştırılmış bir sadaka sistemine, konut üretimine ve ideolojik aygıta, dışarıdan basit gibi görünen kimi uygulamaları da eklemek gerekiyor. Örneğin özel hastanelerin de sigortalılara açılması, milyonlarca insana verilen yeşil kart, bürokrasinin azaltılarak ilaçların hastane eczanelerinden değil de özel eczanelerden alınabilmesi, eğitim-öğretim yılının hemen başında öğrencilerin önüne kitaplarının ücretsiz bir şekilde konulması, başta parklar olmak üzere belediyelerin yarattığı muhafazakâr kamusal alanlarda yoksul halk kitlelerinin sosyalleşme imkânı bulması, kadrolaşma ve özellikle yerelliklerdeki patronaj ilişkileri, AKP iktidarının ve daha genel olarak muhafazakârlaşmanın toplumun gözeneklerine nasıl sirayet ettiğini ve nasıl bir hegemonya aracı olarak kullanıldığını anlamamız bakımından karşımızda duruyor.

Pratik alanda bunlar yaşanırken, söylemsel bir iktidar da ihmal edilmiyor. Geniş halk yığınlarının egemen sınıfa yönelik bilinçdışı öfkesi, gündelik söyleme kolaylıkla modernleşme ve laiklik düşmanlığı olarak tahvil edilebiliyor. Halk, Aydın Doğan’la Tayyip Erdoğan’ın kavgasını, bir “halk çocuğu”nun bir “kodaman”a yönelik başkaldırısı olarak görüyor. Erdoğan, “monşerler”den bahsettiğinde, halk bunu Türkiye’yi yıllardır ezik bir dış politikaya mahkûm edenlere karşı verilmiş bir tepki olarak değerlendiriyor. Erdoğan’ın içeride orduya ya da dışarıda İsrail’e yönelik tavırları, statükoya ve hatta egemenlere karşı mücadelenin bir simgesi olarak anlaşılıyor, yapılan yasal düzenlemeler ise AKP’ye reformcu bir parti görünümü kazandırıyor. Buna düzenin partilerinin halk nezdinde bir alternatif teşkil etmemesi eklendiğinde AKP’nin seçeneksiz olduğu sorgulanmaksızın kabul edilmiş oluyor.

Totaliter zihniyetli, kapsayıcı, toplumsal alanın her noktasına nüfuz eden, kendi iktidar aygıtı ve söylem ağı dışında kalan hiçbir siyasal özneye varoluş şansı vermeyen, son derece gelişmiş bir siyasal aklı olan ve üstlendiği misyonu gayet iyi yerine getiren bir iktidar portresi çizdiğimin ve bunun bir tür umutsuzluk tablosu olarak anlaşılabileceğinin farkındayım. Oysa böylesi bir portre çizmekte tek bir amacım bulunuyor: karşımızdaki gücün nasıl bir siyasi akla sahip olduğunu net bir şeklide ortaya koyarak bu gücün karşısına nasıl bir akılla çıkabileceğimiz üzerine kafa yormak!