Fatih Yaşlı

"Bu iktidarın ortaya çıkışı gibi, bugünkü orduyu şekillendiren de Türkiye’nin düzeninin sol düşmanlığıyla Cumhuriyet’i sermayenin çıkarlarına kurban etmesi oldu."

Teğmenleri kim ihraç etti? 

Fatih Yaşlı

“Orduya siyaset karıştırmamak gerekir” sözü kadar ideolojik çok az söz vardır; çünkü dünyanın her yerinde asker siyasetin içerisindedir ve ordular da politik kurumlardır. Türkiye’de de ordu en başından itibaren politik bir karakter taşımış, siyasete farklı dönemlerde farklı mekanizmalarla müdahalelerde bulunmuştur.

Yine de bu, ordunun liberallerin iddia ettiği üzere tarih üstü bir ideolojiye sahip olduğu, bir öz bilinç taşıdığı, sınıflar üstü bir karakterin bulunduğu ve bir sınıf gibi hareket ettiği anlamına gelmez; yani ordu, sınıflardan, özellikle de sermaye sınıfından ve sınıfsal güç ilişkilerinden azade, kendi başına hareket eden bir yapı değildir, onun davranışlarını verili politik atmosfer belirler. 

İmparatorlukların ulus-devletlere dönüşüm çağında, bir bağımsızlık savaşı neticesinde ve askerlerin öncülüğünde kurulan Türkiye’de ordu, kurucu kadroların ilk yıllarda dış politikada görece özerk ve emperyalizm karşısında temkinli bir tutum sergilemelerine paralel bir şekilde hareket etti. Ancak 1946’dan itibaren işler değişmeye başladı. Bu tarihte Türkiye yönetici sınıfı yeni başlayan Soğuk Savaş’a büyük bir hevesle dâhil oldu ve komünizmle mücadele/antikomünizm üzerinden hızla ABD’ye yanaştı.

Bu yanaşmanın çeşitli sonuçları olması kaçınılmazdı: IMF ve Dünya Bankası üyelikleriyle devletçilik temelli kalkınma ve sanayileşme politikaları terk edildi, bağımlı bir ekonominin temelleri o dönemde atıldı. Laiklik ve aydınlanma yavaş yavaş terk edilirken dinselleşmenin önü açıldı, özellikle eğitim alanında erken Cumhuriyet’in radikal politikalarından vazgeçildi. Dış politikadaki göreli özerk tutum bir kenara atılır ve emperyalizmle hızlı bir entegrasyona gidilirken, SSCB düşmanlığı dış politikanın merkezine yerleştirildi. 

Türkiye yönetici sınıfının bu aks değiştirme sürecine elbette ki ordu da eşlik etti. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üyeliğinin kabulüyle birlikte ABD de Türkiye’ye ve orduya girdi. Ordunun yapısı NATO konsepti doğrultusunda yeniden biçimlendirilirken dünya görüşünü belirleyen şey de Amerikancılık oldu. Türkiye’deki ABD ve NATO üsleri Türkiye’yi ve orduyu emperyalizmin bölgedeki ileri karakolu haline getirdi. Türkiye, özellikle Menderes iktidarı döneminde Ortadoğu’daki ilerici rejimlere ABD çıkarları doğrultusunda yapılan her müdahalenin içerisinde yer aldı.

Yine de ordudaki bu dönüşümün pürüzsüz bir şekilde devam etmesi mümkün değildi; çünkü en başta söylediğimiz üzere ordular da politik yapılardı ve politik süreçlerden etkileniyorlardı. 50’li yılların sonlarına doğru ordu içerisinde Demokrat Parti’yi ve Menderes’i devirmeye yönelik bir irade şekillenmeye başladı. Bu irade herhangi bir şekilde sosyalist ya da komünist bir dünya görüşüne sahip değildi ama zamanın ruhuna uygun bir şekilde, kalkınmacı, sanayileşmeci, bağımsızlıkçı bir karakteri vardı. Genç subaylar, özellikle Mısır’da bir askeri darbe ile iktidarı ele geçiren Cemal Abdülnasır’ı örnek alıyor, onun Mısır’da yaptığı reformları dikkatli bir şekilde takip ediyorlardı.

Menderes’i devirmeye yönelik bu irade 27 Mayıs 1960’ta harekete geçti ve tıpkı Mısır’da olduğu gibi emir-komuta mekanizmasının dışında, genç subayların başını çektiği bir darbe ile yönetime el konuldu. Bu dönemde ekonomide sanayileşmeci, kalkınmacı, plan esasına dayalı bir model benimsenirken, 1961 Anayasası ile birlikte temel hak ve özgürlükleri garantiye alan ama aynı zamanda grev, toplu, sözleşme, sendika kurma gibi sosyal hakları da anayasal statüye kavuşturan yeni bir anayasal düzen ortaya çıktı.

Sola belli ölçülerde siyasal alanda var olma şansını veren yeni anayasa ile birlikte, sol kendisine çizilen sınırları da aşacak şekilde sahneye çıktı. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi kitleleri sol fikirlerle tanıştırırken, Türkiye İşçi Partisi ilk kez legal bir sosyalist partinin Türkiye siyaset sahnesinde yerini alması, hem de güçlü bir şekilde yerini alması anlamına geliyordu. Aynı dönemde eş zamanlı bir şekilde işçi ve öğrenci hareketi yükseldi, sanayileşme ve kentleşme ile birlikte toplumsal uyanış hızlandı, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “ağaçların bile sola doğru eğildiği” günler yaşanıyordu.

Bu devrimci uyanışın karşısına düzen güçlerinin çıkarılması ise elbette ki kaçınılmazdı; 60’ların ikinci yarısından itibaren devlet ve ordu, NATO konseptine uygun bir şekilde gayrinizami harp yöntemlerini ilerici güçleri bastırmak için kullanmaya başladı. MHP buna uygun bir şekilde eski bir NATO subayının öncülüğünde paramiliter bir güç olarak sahneye çıkarıldı, komando kamplarında silah ve yakın döğüş eğitimi alan ülkücüler sola karşı sokağa sürüldü. MHP’ye, Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi yapılanmalar eşlik etti.

Ancak tüm bu bastırma siyaseti düzenin bekasını sağlamada yeterli olmadı; özellikle 15-16 Haziran 1970’de yüz binlerce işçinin Kocaeli, Gebze ve İstanbul’da DİSK’i savunmak için sokağa çıkması düzen açısından alarm zillerinin çalması anlamına geliyordu. Ordu içerisinde Amerikancı/NATO’cu bir darbe yapılması fikri o günlerde şekillenmeye başladı; ancak bir sorun vardı, orduda artık bir sol kanat bulunmaktaydı.

O kanadın 9 Mart 1971’de iktidarı almaya yönelik planları Amerikancı kanat tarafından bertaraf edildi, 12 Mart günü yayınlanan bir muhtırayla yönetime el konuldu ve sola karşı bir sürek avı başlatıldı, amaç işkencelerle, idamlarla, katliamlarla birlikte 60’lı yıllara damgasını vuran toplumsal uyanışı durdurmaktı. 

12 Mart, sol kanadın tasfiyesiyle birlikte ordunun Amerikancılaşmasını hızlandırdı, 1974 yılından itibaren sol tekrar yükselişe geçtiğinde, devletin güvenlik aygıtı adım adım kontrgerilla yöntemlerine başvuracak, faşist hareketin taşeronluğunu yaptığı bu süreçte, bilim insanları, akademisyenler, gazeteciler suikastlara uğrayacak, 1 Mayıs 1977 ve 1978 Maraş katliamlarında görüldüğü üzere kitlesel kıyım politikalarına başvurulacaktı.

Ancak tıpkı 12 Mart öncesinde olduğu gibi 12 Eylül öncesinde de bu yöntemler düzenin bekasını tesis etmek için yeterli olmadı ve ordu yaklaşık on yıl sonra sola karşı bir darbe daha gerçekleştirdi. 12 Eylül, 12 Mart’tan farklı olarak sadece bir bastırma darbesi değildi, büyük bir toplumsal mühendislik projesiydi. 24 Ocak Kararları’nda somutlaşan Türkiye kapitalizminin neoliberalizme açılma ihtiyacı darbe aracılığıyla karşılanırken, Türk-İslam sentezi de devletin yeni ideolojisi haline geldi. Yani piyasacılıkla dinci gericiliğin ölümcül sentezine giden yol, asker aracılığıyla açıldı.

İşte 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, 12 Eylül’de açılan o yoldan yürüyenlerin iktidara gelişi anlamına geliyordu. AKP önce hükümet oldu, ardından da devlet olmaya girişti ve Gülen Cemaati ile birlikte kumpas davalar aracılığıyla büyük bir tasfiye operasyonunu başlattı. Bu operasyonun merkezinde ise elbette ki bu devletleşme sürecine karşı çıkabileceği düşünülen ordu içerisindeki odaklar vardı. 

Ordunun kademe komutası bu sürece karşı herhangi bir direnç geliştirmez ve hatta bir tür işbirlikçi tutum sergilerken, hedefe yerleştirilenler de direnmeksizin teslim olmayı tercih ettiler ve bir tür savaş esiri statüsüyle Silivri’ye gönderildiler. İşte bugünkü rejim Silivri yargılamalarında, mahkeme salonlarında, kumpas davalarla ve uydurma iddianamelerle kuruldu, aynı şekilde yeni rejimin yeni ordusu da bu süreçte şekillendi, içeride ve dışarıda iktidar politikalarıyla uyumlu bir veçheye büründü.

Velhasıl, bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demenin suç ve ihraç sebebi sayıldığı bir ordu, basitçe AKP eliyle yaratılmadı. Tıpkı bu iktidarın ortaya çıkışı gibi, bugünkü orduyu şekillendiren de Türkiye’nin düzeninin sol düşmanlığıyla Cumhuriyet’i sermayenin çıkarlarına kurban etmesi oldu. Kendilerine “laikliğin bekçisi” diyenler, sermayenin bekası adına Cumhuriyet’in mezar kazıcıları olma görevini üstlendiler ve buralara o mezarlıktan gelindi, Cumhuriyet böyle çökertildi.  

Şimdi bizim “bir yeni cumhuriyet”e, gerçekten halkın ve emeğin olan yeni bir cumhuriyete ihtiyacımız var, bunun için piyasacılığın ve dinciliğin monarşi heveslerinin karşısına emeğin, laikliğin ve aydınlanmanın cumhuriyetini koyma iradesini göstermemiz, bu iradeyi büyütmemiz, çoğaltmamız, halklaştırmamız gerekiyor.