“Taraf’a da Cumhuriyet’e de…”

2000’lerin ilk on yılında, Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın bir tarafında ülkeyi küresel kapitalizmin güncel yönelimleri doğrultusunda Batı’ya entegre etmek isteyenler, diğer tarafında ise Çin, Rusya ve İran’ı, yani Avrasya’yı bir seçenek olarak görenler yer aldı.

Entegrasyoncu kanat liberallerle muhafazakârların bir koalisyonundan müteşekkildi ve küresel kapitalizme üç mekanizma üzerinden eklemlenmeyi amaçlıyordu: Avrupa Birliği üyelik süreci, IMF ve Dünya Bankası orijinli neoliberal iktisat politikalarının uygulanması ve ABD ile olan müttefiklik ilişkisinin devamı.

AKP hükümetinin sekiz yılı, inişli çıkışlı bir grafik göstermekle birlikte, bu üç mekanizmanın “başarılı” bir şekilde uygulanmasının tarihidir.

AB üyelik sürecinin kendisi başlı başına bir iç dönüşüm vesilesi olarak kullanılmış ve sivilleşme adı altında AKP/cemaat koalisyonunun devletin kritik noktalarını bütünüyle ele geçirmesi sağlanmıştır.

Neoliberal iktisat politikaları ile cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirme operasyonu gerçekleştirilmiş, neredeyse bütün kamusal varlıklar yerli ve uluslararası sermayeye devredilmiştir. Buna taşeronlaştırma, esnekleştirme, sendikasızlaştırma gibi süreçleri de eklediğimizde, AKP hükümetinin bu mekanizmayı da “başarılı” bir şekilde kullandığını söyleyebiliriz.

Üçüncü ve son mekanizma olan ABD ile müttefiklik ilişkisi de, var olduğu iddia edilen gerilimlerin ötesinde son derece “başarılı” bir şekilde işlemektedir. NATO üyesi Türkiye, yeni Osmanlıcı saiklerle ABD’nin küresel askeri operasyonlarının bir parçası olmaya ve NATO bünyesindeki görevlerini eksiksiz bir şekilde yerine getirmeye devam etmektedir.

Dolayısıyla Türkiye’nin geride bıraktığımız sekiz yılını, küresel sisteme ABD, AB ve neoliberalizm eksenli bir eklemlenme/entegrasyon dönemi olarak okumamız mümkün görünmektedir ve bu anlamıyla da AKP/cemaat koalisyonu küresel sistem açısından başarılı bir sınav vermiştir.

Ergenekon Operasyonu’nu bu entegrasyon sürecine uyum sağlayamayacak ya da süreci engelleyebilecek unsurların tasfiyesi olarak görebiliriz. Söylemsel düzeyde dahi olsa ABD ve AB karşıtlığına vurgu yapan, Türkiye’nin NATO ve Gümrük Birliği üyeliğini askıya alması gerekliliğini dillendiren, alternatif bir dış politika seçeneği olarak Avrasya’dan bahseden unsurlar, bu süreçte ya tasfiye edilmiş ya da sindirilmişlerdir.

Bu unsurlarca taşınan ve 2003–2007 arasında yükselip zirve noktasına Cumhuriyet Mitingleri’nde ulaşan ulusalcı dalga, dışarıda böyle bir dış politika anlayışını sahiplenirken, içeride de Kemalizmin güncellenmiş bir versiyonuyla 1923 paradigmasını ve Birinci Cumhuriyet’i sahiplenmiştir.

Liberaller ve muhafazakarlardan oluşan diğer kanat ise Türkiye’yi dünya sistemine entegre etmenin içeriye yönelik de bir operasyon olduğunun bilinciyle, bir yandan Türkiye ekonomisinin kaderini bütünüyle piyasa güçlerine terk ederken, öte yandan toplumsal yaşayışı hızlı bir İslamizasyon sürecine tabi tutmuştur, bu ise cumhuriyete benzemeyen bir yeni cumhuriyet anlamına gelmektedir.

O halde birinci ve ikinci cumhuriyetçiler arasındaki rejime ilişkin mücadele, aynı zamanda Türkiye’nin dünya sistemi içerisindeki yerine ilişkin de bir mücadele niteliği taşımaktadır.

O halde yeni bir rejim inşası ile Türkiye’nin dünya sistemine kopmaz bağlarla entegre edilmesi, biri olmaksızın diğeri gerçekleştirilemeyecek süreçler olarak şekillenmiştir.

Eğer bilim, soyutlama yapmak ve model kurmaksa, yukarıda çizilmeye çalışılan tablonun, 2000’lerin ilk on yılındaki Türkiye’ye dair “bilimsel” bir bakış açısını yansıttığını söyleyebiliriz düzen içi kutuplaşmaya ve mücadeleye ilişkin bir soyutlama yapmakta ve model kurmaktadır.

Bu model üzerinden bakıldığında ise, AKP’nin Filistin politikasında da, İran politikasında da küresel sistemin dışına çıkma ya da popüler deyişle söylendiğinde bir eksen kaymasına rastlamak mümkün değildir.

En büyük misyonu içeride ve dışarıda Türkiye’yi dönüştürmek ve bu dönüştürülmüş Türkiye’yi kendisine biçilmiş yepyeni rollerle Batı bloğuna/ Atlantik eksenine bağlamak olan, bunu sağlamak için de içerideki alternatif dış politika tercihlerinde bulunabilecek unsurları tasfiye eden bir iktidarın İsrail’e diklenmesinin de, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik yaptırımlara hayır oyu vermesinin de, en ufak bir anti-emperyalist saik taşıması mümkün değildir.

Mavi Marmara seferine ilişkin en ufak bir eleştirinin dahi İsrail yandaşlığı olarak kodlandığı, yandaş medyanın AKP karşıtlığının ABD ve İsrail’e hizmet edeceği yönünde bir propagandayı devreye soktuğu, İsrail’in ve ABD’nin Ergenekoncu/ulusalcı bir darbe tezgâhı içerisinde olduğu ya da CHP-MHP koalisyonunu işbaşına getireceği gibi iddiaların ayyuka çıktığı, adeta ideolojik bir bombardımana maruz bırakıldığımız bir konjonktürle karşı karşıyayız.

Böylesi bir konjonktürde, ABD’deki Obama hükümeti ve İsrail’deki sağcı hükümet, Filistin sorununun çözülmesinin ABD açısından taşıdığı zaruret, AKP’ye biçilen yeni Osmanlı rolü, İran’ın Filistin meselesindeki belirleyici gücünü etkisiz kılma, ılımlı İslam, Büyük Ortadoğu Projesi, model ülke tartışmaları vs. anlaşılmadan yapılacak bütün analizler, AKP’nin ve koalisyon ortağı cemaatin, İslami hareketin ve genel anlamıyla da Türkiye’deki liberal-muhafazakâr ittifakın meşruluğunu artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Görevimiz düzen siyasetinin sağının da “sol”unun da Amerikancılığını teşhir etmektir kuşkusuz lakin içinde bulunduğumuz konjonktürde bu ikisi arasında muazzam bir güç farkı bulunmaktadır. Düzen siyasetinin sağı, ki esas olarak AKP ve cemaat şahsında temsil edilmektedir, bugün ülkedeki gerçek iktidardır ve yukarıda anlatılan model uyarınca da küresel kapitalizmin Türkiye mümessilidir. Türkiye’yi dönüştüren asli unsur ve asli güçtür.

Dolayısıyla da solun düzen siyasetini ve düzen siyasetinin işbirlikçiliğini teşhir ve ifşa görevini yerine getirirken, düzen siyasetinin bütün unsurlarına aynı ölçüde saldırması, zaten sınırlı olan enerjisini savruk bir şekilde kullanması anlamına gelecektir. ,

Örnek verelim, eğer günümüz Türkiye’sinde “Taraf gazetesine de Cumhuriyet gazetesine de aynı ideolojik şiddetle vuralım” diyen ve bunu sol adına yapmak isteyen birileri varsa, siyasetten zerre kadar anlamamaktadır.

Üzerine basa basa belirtmek gerekmektedir ki, Türkiye solunun esas politik hasmı AKP, cemaat, ABD ittifakıdır ve bu ittifak önümüzdeki süreçte de bu niteliğini korumaya devam edecektir sol strateji bu hasımlık ekseninde şekillenmelidir.