Solun Aklı Netleşirken

Türkiye’de solun sivil toplumculuk ve liberalizmle ilişkisinin AKP öncesine de giden bir geçmişi var elbette fakat bunun bir sınav haline gelişini, bir kafa karışıklığı yaratır niteliğe bürünüşünü ve sol içerisinde bir bölünmeye yol açışını, Türkiye’nin AKP’li yıllarına özgü bir olgu olarak görmek gerekiyor.

AKP’nin özellikle birinci iktidar döneminde Türkiye’yi soktuğu Avrupa Birliği üyelik süreci, solun hem liberalizm ve sivil toplumculukla hem de AKP’yle olan ilişkileri açısından büyük bir kırılma noktası olma niteliği taşıyor.

Avrupa Birliği üyelik süreci, hem Türkiye toplumunun bir arada tutulması, hem AKP’nin devletleşmesi, hem de Türkiye burjuvazisinin küresel kapitalizmle olan ilişkisi açısından taşıdığı önem nedeniyle düzenin bütün unsurlarının üzerinde konsensüs sağladığı bir süreçti ve bu nedenle de bir hegemonya projesi olma niteliği taşıyordu.

Çok değil dört beş yıl öncesine döndüğümüzde, Türkiye solunun önemlice bir bölümünün bu süreçte liberal demokrasinin sınırlarını genişletmekten tutun da emeğin Avrupa’sını kurmak gibi birçok gerekçeyle Avrupabirlikçi bir tutum aldığını, Avrupa Birliği’ni kapitalist/emperyalist bir güç olarak görüp hem birlik hem de üyelik karşıtı bir tutum alanların ise ulusalcılıkla ve milliyetçilikle suçlandığını hatırlıyoruz.

Bugün gelinen noktada hem Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi asla tam üyeliğe kabul etmeyeceğinin anlaşılması, hem AKP’nin devletleşme sürecini büyük ölçüde tamamlaması, hem de AB üyeliğinin artık büyük bir toplumsal karşılığının kalmamış olması nedeniyle bir hegemonya projesi olarak AB üyelik sürecinden bahsetmek mümkün görünmüyor.

Böylesi bir gündemden düşüşün sol içindeki AB tartışmalarını da büyük ölçüde bitirmesi kuşkusuz doğal. Ancak mesele sadece gündemden düşüşle ilgili değil. Türkiye solunun Avrupa Birliği konusunda dört beş yıl önce yaşadığı kafa karışıklığı büyük ölçüde aşılmış durumda artık solun akil öznelerinin hiçbirinden AB’yi olumlayıcı bir açıklama duymamız ya da bu doğrultuda şekillenmiş bir siyasal strateji görmemiz mümkün değil.

Solun liberalizm ve sivil toplumculukla, dolayısıyla AKP’yle de olan imtihanı açısından ikinci kırılma noktasını ise Ergenekon süreci teşkil ediyor. Sürecin hemen başında “kontrgerilla ve derin devlet tasfiye ediliyor, Türkiye demokratikleşiyor” diyerek operasyonu destekleyenlerin önemlice bir bölümü, bugün gelinen noktada operasyonun derin devleti tasfiyesi olmadığının da, AKP’nin kurmakta olduğu yeni rejim açısından taşıdığı önemin de farkına varmış durumdalar.

Aynı şekilde, sürece “yesinler birbirlerini” şeklinde bakıp iki eşit gücün savaştığını ve bu savaşın Türkiye solunu ilgilendirmediğini sananlar da, Ergenekon’un Türkiye’nin dönüştürülmesi projesinin en önemli ayaklarından biri olduğunu anlamış durumdalar.

Ergenekon sürecinde kayıtsız şartsız AKP/cemaat koalisyonuna biat edenlerin aynı zamanda en hızlı Avrupabirlikçiler olmasında ise şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Çünkü günümüz Türkiye’sinde Avrupabirlikçilik de AKP/cemaat koalisyonunun yanında saf tutma da liberalizmden ve sivil toplumculuktan kaynaklanıyor ikisi arasında doğrusal bir ilişki bulunuyor.

O halde söylemek gerekiyor hem Avrupa Birliği hem de Ergenekon başlıklarında geçmişe nazaran çok daha netleşmiş, aklını çok daha temizlemiş, liberalizmle ve sivil toplumculukla bağlarını koparmış ve bu nedenle de AKP’ye çok daha sağlıklı bakabilen bir Türkiye solu var.

Daha düne kadar, AKP’ye karşı yürütülecek olan mücadele bağlamında, “düzen karşıtlığını AKP karşıtlığına indirgemek” gibi suçlamalarda bulunulurken, ya da Ergenekon sürecine karşı çıkanlar ulusalcı, orducu, statükocu gibi ithamlara maruz kalırken, bugün gelinen noktada, sol, pozisyonunu açık bir AKP karşıtlığı olarak belirlemiş ve Ergenekon sürecinin de neye hizmet ettiğini anlamış durumda.

Solun aklının netleşmesi yalnızca Avrupa Birliği ve Ergenekon süreciyle sınırlı değil. İki başlıkta daha netleşmeden söz etmemiz mümkün görünüyor ilk başlık cemaat, ikinci başlık ise Kürt sorunu.

Türkiye solu uzunca bir süre cemaati önemsemedi, cemaatin iktidar stratejisini anlamadı, devlet içerisindeki kadrolaşmasını ciddiye almadı, AKP ile olan varoluşsal ilişkisini ve biri olmadan diğerinin olamayacağı bir noktaya gelindiğini fark etmedi. Ancak özellikle son birkaç yıldır Türkiye’de yaşananlar cemaatin gücünün fark edilmesini, karşımızda devleti ve toplumu kontrol etmek isteyen ve emperyalizmle doğrudan bağlantılı bir siyasal özne olduğunun anlaşılmasını sağladı.

Bugün gelinen noktada Türkiye solu, karşısındaki politik hasımlardan en önemlilerinden birinin cemaat olduğunu ve cemaatin Türkiye kapitalizmi ve emperyalizm açısından taşıdığı önemi anlamış durumda. Türkiye solu artık biliyor ki, Türkiye burjuvazisi ve emperyalizm Türkiye’yi AKP/cemaat dolayımıyla yönetiyor, Türkiye’nin dönüştürülmesi bu iki güç aracılığıyla hayata geçiriliyor.

Kürt sorunundaki akıl netleşmesi ise özellikle açılım süreci ile birlikte kendisini gösteriyor. Kürt hareketinin AKP’yi pazarlık yapılabilecek bir unsur olarak görmesiyle birlikte -kuşkusuz nedenleri çok daha derinlerde ve yapısal olan- bir yalpalanma yaşıyor olması, solun Kürt sorununa ve hareketine bakışını da değiştiriyor.

AKP’nin Kürt sorununda BDP/PKK çizgisini devre dışı bırakmak için Kürt burjuvazisini ve dini cemaatleri birer özne haline getirme operasyonunun giderek daha da başarılı olduğu bir gerçek. Artık bölgeden BDP/PKK çizgisinin hilafına sesler de yükseliyor, Kürt burjuvazisi meydan okurcasına referandumda evet diyeceğini açıklıyor. BDP ise pazarlık yapabilmek adına boykot çağrısını yükseltmiyor ve yapılacak kimi düzenlemeler karşılığında evet diyebileceğini açıklıyor. Önümüzdeki süreçte Kürt siyasetinde bir burjuvazi emekçi kamplaşması kaçınılmaz görünüyor. Türkiye solunun ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi adı altında Kürt burjuvazisinin kendi ulusal pazarını kurma çabasına destek vermesi için ise herhangi bir neden bulunmuyor.

Bunun yanı sıra Kürt hareketinin gündeme getirdiği demokratik özerklik projesinin sınıfsal açıdan taşıdığı anlam da giderek daha çok tartışılır hale geliyor. Özerkliğin Kürt emekçilerine, yoksullarına ve ezilenlerine ne getireceği, yerelleşme projelerinin emperyalizmle olan ilişkisi ve sorunun emekçilerin birliğine dayanan bir perspektifle çözülüp çözülemeyeceği sorgulanıyor.

Demek ki, Avrupa Birliği, Ergenekon, Cemaat ve Kürt sorunu gibi başlıklarda aklını eskisine oranla fazlasıyla netleştirmiş bir solumuz var. Avrupabirlikçi olmadan da enternasyonalist olunabileceğini, AB’ye karşı olmadan anti-emperyalist olunamayacağını, Ergenekon’un yeni rejim inşası için bir manivela niteliği taşıdığını, cemaattin en önemli politik hasımlarından biri olduğunu ve Kürt sorununun emek ve birlik perspektifli bir bakış açısıyla çözülebileceğini anlamış olan, siyasal stratejisini de buna göre şekillendirecek bir sol bu.

Türkiye solunun ana gövdesini oluşturan dört örgütün 12 Eylül referandumu için kurduğu hayır ittifakı bu akıl netleşmesinin bir ürünü olma niteliğini taşıyor. İttifakın kalıcı bir hale gelmesi, referandum sonrasında da devam ettirilmesi gerekiyor. 2011 yılında yapılacak genel seçimler ve 2012 cumhurbaşkanlığı seçimi, kapitalizmin krizi, Kürt sorunu ve İran müdahalesi gibi başlıklar solun güçlü şekilde müdahale etmesini gerektiren bir konjonktürle karşı karşıya olacağımızı gösteriyor. Tarih, solu çağırıyor, solun bu davete icabet etmesi gerekiyor.