İşçilerin kazanımlarının en çok iktidarı ürküteceğini, iktidarın en çok işçi sınıfının siyasete dâhil olması ihtimalinden endişe duyduğunu bilmiyorlar, anlamıyorlar.
Sınıfsız siyaset, karanlık Türkiye
Fatih Yaşlı
Bir ara modaydı. Ne zaman asgari ücret tartışmaları gündeme gelse, holding profesörleri çıkar ve asgari ücrete yapılacak zammın enflasyonu tetikleyeceğini söyler, onların peşinden gidenler de –ki hepsi kendisine muhalif diyordu- koro halinde aynı şeyi tekrarlardı. İşin trajikomik yanı bu koronun mensuplarının kendileri de aslında asgari ücrete yakınsayan maaşlarla çalışıyor, geçinemiyorlardı.
Bu koronun da dâhil olduğu bir başka kesim ise muhalefet belediyelerinin icraatlarına yönelik en ufak bir itirazda sosyal medya üzerinden ayağa kalkıyor ve “ne yani, yeniden AKP mi gelsin istiyorsunuz” diye feveran ediyor, bunu da muhaliflik sanıyordu. Örneğin belediye ulaşıma ciddi bir zam mı yaptı ve öğrenciler de bunu protesto mu etti, işte o öğrenciler aslında iktidara hizmet etmiş oluyorlardı. Kendine muhalif diyenler de hemen belediye bütçesi savunmasına girişiyor, öğrencilere anında had bildiriyor ve parmak sallayarak “gidin başka yerde eylem yapın” diyordu.
Aynı durum muhalefet belediyelerinde, özellikle CHP belediyelerinde yapılan grevler için de geçerliydi. Belediye işçileri greve kalkıştığında ne vasıfsızlıkları, ne iktidara hizmet ettikleri kalıyordu. Yaptıkları iş neydi ki bu kadar para istiyorlardı, kendileri o kadar okumuşken ve maaşları belliyken cahil işçilerin bu kadar zam talep etmeleri, hele bir de bunun için greve gitmeleri olacak şey miydi? Altı üstü çöp topluyor, sokakları temizliyor, toplu taşıma araçlarını kullanıyorlardı. Grev yaparak belediyeleri yeniden AKP’ye mi teslim etmek istiyorlardı?
Artık holding profesörleri asgari ücreti dillerinden dolamaktan vazgeçmiş durumda, bunun gerisinde hem eli kalem tutup da halktan yana olanlar tarafından ipliklerinin pazara çıkarılması hem de memleketin derinleşen yoksulluğunda fazla tepki çekmek istememeleri var. Bugün geldiğimiz noktada asgari ücret tartışması büyük ölçüde kapanmış diyebiliriz yani bu bağlamda.
Öğrenciler ise şimdilerde geri çekilmekte olsa da 19 Mart’tan, yani İmamoğlu operasyonundan beri iktidarın seçimsizleştirme siyasetine karşı ama en çok da kendi geleceklerine sahip çıkmak için sokaklardalar. Bu yüzden de gayet haklı bir biçimde “kahraman” statüsündeler.
Peki ya işçiler ve grev meseleleri? Eğer işçiler şu aralar AKP’li bir belediyede ya da bir kurumda grev yapsalardı şüphesiz onlar da ortalama muhalif tipolojisinin nezdinde kahraman olacaklardı. Ancak işçiler İzmir Belediyesi’nde greve gidince anında hain, satılmış, işbirlikçi ilan edildiler.
Günlerdir sosyal medyada bir linç kampanyası izliyoruz, bizzat İzmir Belediye Başkanı Cemil Tugay tarafından organize edilen bir kampanya bu. Tugay sadece işçilerin maaşları ve talepleri konusunda yalan söylemiyor, sokaktaki çöp toplama görüntüleriyle ve yaptığı grev kırıcılıkla halkı işçilere karşı kışkırtıyor, halkla işçileri karşı karşıya getiriyor.
Bir de bu kampanyanın kalemli tetikçileri var. Konforlu muhaliflik alanlarından işçileri hedef gösteriyor, işçileri halka düşman ediyor, bu düşmanlıktan nemalanıyorlar. Atatürk’ü istismar etmeyi geçim kapısı haline getiren bu sarı muhaliflik, fırsatını bulduğu anda iktidardakilerle işçi düşmanlığında buluşacağını bir kez daha gösteriyor.
Peki neden, sözünü ettiğimiz muhalif kitleler neden her seferinde aynı tuzağa düşüyor, neden işçi düşmanlarının peşine takılıyor?
Aslında Türkiye toplumu Şimşek programının da etkisiyle bir süredir içgüdüsel bir şekilde, adını koymadan sol değerleri arıyor. Yani gelir dağılımında adalet istiyor, sosyal devlet istiyor, adil bir vergi sistemi istiyor, insanca bir yaşam istiyor. 31 Mart seçim sonuçları bunun en önemli göstergelerinden biriydi, halk gitti ve Şimşek programını sandıkta cezalandırdı.
Benzer bir durum 19 Mart süreci için de geçerli elbette. İnsanlar sokağa sadece İmamoğlu ya da CHP için çıkmadılar, sokağa çıkmalarının ekonomi-politik bir zemini vardı. Eylemlerin başını çekenlerin öğrenciler olması da bir tesadüf değildi; ekonomik krizin en büyük mağdurlarından biri öğrencilerdi.
19 Mart sürecindeki bir günlük boykot, sermaye ile iktidar arasındaki ilişkilerin fark edilmesi açısından önemliydi. Bu sürece damgasını vuran genel grev çağrısı da sendikaların gücü nedeniyle gerçekçi olmasa da sürecin sınıfsal bir yere doğru evrilebileceğini gösteriyordu. Ancak boykot süreklileştirilemedi, sokağa çıkışın gerisinde esas olarak ekonomik faktörler yer alsa da mücadele emek ve ekmek eksenli bir yere doğru taşınamadı ve nihayetinde sönümlendi.
Dolayısıyla son iki senede Türkiye’de siyasetin sınıfsal bir karakter kazanması açısından elverişli bir zemin ortaya çıktı, sınıfsal bakış da geçmişe nazaran azımsanmayacak bir yol kat etti. Ancak tüm bunlara rağmen çok açık bir şekilde söyleyebiliriz ki şu an Türkiye sınıfsızlığın, yani sınıfın siyasete dâhil olmamasının/dâhil edilememesinin ve toplumdaki sınıfsal bakış yoksunluğunun bedelini ödüyor.
Türkiye’de şu an ortalama muhalif tipolojiyi, yanlış ama açıklayıcı bir kavrama başvurarak söyleyecek olursak “orta sınıf” oluşturuyor. Bu kavram yanlış; çünkü bu kesimler beyaz yakalı olmakla birlikte aslında işçiler, orta sınıf falan değiller ama bu kavram aynı zamanda açıklayıcı; çünkü sözünü ettiğimiz kesimler zihniyet dünyaları itibariyle orta sınıfa dahiller, çünkü kendilerini orta sınıf olarak tahayyül ediyorlar.
İşte Türkiye’de işçi düşmanlığının başını, holdinglerle yarışacak bir şekilde, bu yanlış tahayyülün sahipleri çekiyor. Kendilerini işçi olarak görmedikleri, yani mensubu oldukları sınıfın ne olduğunu bilmedikleri için ve muhaliflikleri de AKP karşıtlığıyla sınırlı ve bundan ibaret olduğu için CHP’li bir belediyedeki grevden yola çıkarak işçilere içlerindeki bütün kini kusuyorlar, kraldan çok kralcılık yapıyorlar.
Grev nedir, nasıl yapılır bilmiyorlar örneğin; temizlik işçilerine çöpleri toplamıyorlar diye kızıyorlar, toplum taşıma şoförlerine otobüsleri, trenleri çalıştırmıyor diye öfkeleniyorlar. Grevin amacının tam da bu olduğunu, yapılan işi, verilen hizmeti durdurmak, hayatın gündelik akışını kesintiye uğratmak ve böylece talepleri karşı tarafa kabul ettirmek olduğunu bilmiyorlar.
Temizlik işçileri greve gittiği için toplanmayan çöpleri toplamanın grev kırıcılığı, grev kırıcılığının da büyük bir haysiyetsizlik olduğunun farkında değiller. Çöpler toplanmadığında ya da otobüsler çalışmadığında bunun sorumlusunun işçiler değil işveren statüsündeki belediyeler olduğunu göremiyorlar, asıl baskı yapmaları gerekenin belediye olduğunun, işçilere kızmak yerine belediyeye dönüp “işçilere hakları olanı verin” demeleri gerektiğine dair en ufak bir fikirleri yok.
Okumuş olmalarının onları başkaları karşısında üstün kıldığına dair bir inançları var, “vasıfsız” dedikleri ve kendileri kadar ya da kendilerinden yüksek maaş aldıkları için kızdıkları işçilerin üç gün çalışmadıklarında hayatın nasıl durduğunu anlamıyorlar, oysa sırf kendi konforlarının nasıl bozulduğuna baksalar, vasıfsız diye küçümsedikleri insanların dünyayı omuzlarında taşıdığını görebilirler.
Kendileri örgütlü olmadığı ve düzenli olarak yoksullaştıkları için giderek daha fazla hırçınlaşıyorlar, yoksullaştıkları halde kendilerini yanlış bir sınıfa ait hissettikleri için bunun faturasını düzene çıkaramıyorlar, ona çıkaramadıkları için de gidip örgütlü işçilere düşman oluyorlar, onlara karşı bir hınç besliyor, haset büyütüyorlar.
İşçiler olmaksızın, Türkiye’deki esas kutuplaşma emek-ekmek eksenine yerleşmeksizin, halkçı-kamucu bir ekonomi modeli toplumun önüne konulmaksızın, soyut ve içeriksiz bir demokrasi talebiyle şuradan şuraya dahi gidilemeyeceğinin farkında değiller. İşçilerin kazanımlarının en çok iktidarı ürküteceğini, iktidarın en çok işçi sınıfının siyasete dâhil olması ihtimalinden endişe duyduğunu bilmiyorlar, anlamıyorlar.
İşçiye, emekçiye düşmanlık yapa yapa Cumhuriyet’in ellerinden avuçlarından kayıp gittiğini, seküler sermaye diye kutsadıkları sermayenin Türkiye’de gericiliğin esas sahibi olduğunu, sermaye düzeninin ülkeyi bu hale getirdiğini görmüyorlar, idrak edemiyorlar.
Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumdan çıkması için bu ortalama muhalif tipolojisinin değişmesi, siyasete sınıfın dâhil olması, siyasetin merkezine emek-ekmek kavgasının yerleşmesi gerekiyor. Eğer bu yapılmazsa, eğer Türkiye’de siyaset yeni bir yola girmezse, eğer işçi sınıfı yaka rengi fark etmeksizin kaderini kendi ellerine almak için gereken hamleyi yapmazsa bu karanlıktan çıkmak kati surette mümkün olmayacak.