"Şimşek programı başta gençler olmak üzere geniş halk kitlelerini derin bir yoksulluğa, işsizliğe, geleceksizliğe mahkûm etmiş durumdadır ve işte öfke de en çok bununla ilgilidir."
Seçimsizleştirme: Bir basamak daha atlandı
Fatih Yaşlı
Geçen hafta bu köşede yayınlanan ve Türkiye’nin “seçimsizleştirme” diyebileceğimiz bir sürecin içerisinde olduğunu anlatan “Diploma, seçimsizleştirme ve sandığın sonu” adlı yazının bir yerinde şöyle deniliyordu:
Sürecin nasıl sonuçlanacağına dair henüz kesin bir şey söyleyemiyoruz; örneğin 23 Mart’ta CHP’de yapılacak ön seçimden önce diplomanın iptal edilmesi mi söz konusu olacak yoksa atılacak adımların zamana yayılması gibi bir strateji izlenecek ve diploma meselesi soruşturmalara eşlik eden sopalardan biri olarak İmamoğlu’nun tepesinde sallanmaya devam mı edecek, onu yakın zamanda göreceğiz.
Yazıyı soL’a yollamamın üzerinden sadece birkaç saat geçmişken İmamoğlu’nun diploması iptal edildi ve sorumuzun yanıtını bulduk. Ancak mesele bununla sınırlı kalmadı; bu sefer de yazının yayınlanmasından saatler sonra bir gözaltı operasyonu gerçekleşti ve sürecin sonunda İmamoğlu tutuklandı.
Böylece birkaç aydır adını “seçimsizleştirme” koyarak anlatmaya çalıştığım ve seçimlerin resmen iptal edilmemekle birlikte formaliteden ibaret hale geleceğini öne sürdüğüm süreçte en önemli merhalelerden biri daha aşılmış oldu.
İktidarın bu süreç için düğmeye 31 Mart seçimlerinden sonra bastığı artık çok daha net görülebiliyor. O seçimde AKP bir seçimden ilk kez ikinci olarak çıkmış, iktidarın artık büyük kentleri bütünüyle yitirdiği, oy verme yaşına gelenler de dâhil genç seçmenlerden yeterince oy alamadığı ve taşradaki tabanını da yitirmeye başladığı açık seçik bir şekilde anlaşılmıştı.
Dolayısıyla en büyük meşruiyet kaynağı sandık olan iktidar atık bu meşruiyetini yitirmeye başladığını da toplumun çoğunluğunun rızasını alamadığını da fark etmiş durumdaydı; bu bir hegemonya krizinin yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu ve buna uygun adımlar atılması, yeni bir planın hayata geçirilmesi bir zorunluluk haline gelmişti.
Bu adımların atılabilmesi için öncelikle zaman kazanılması gerekiyordu ve muhtemelen bir anlaşma neticesinde ortaya çıkan “normalleşme/yumuşama” süreci bütünüyle bununla ilgiliydi. Özgür Özel CHP’si özellikle Şimşek programının yoksullaştırıcı etkisinin damga vurduğu 31 Mart’ın sonuçlarını iktidarın yaşadığı bunalımı derinleştirmek için kullanmadı; bunun yerine normalleşme adı altında seçimde ortaya çıkan öfke pasifize edildi, etkisizleştirildi.
İktidar ise o esnada Öcalan’la çoktan görüşmelere başlamıştı ve “iç cephe” söylemiyle birlikte ilk adımı atmak için Meclis’in açılmasını bekler haldeydi. Meclis’in açıldığı gün Bahçeli arkasında çözüm süreçlerinin etkili ismi Efkan Ala ile birlikte tokalaşmak için DEM Parti sıralarına doğru yürümeye başladığında plan da yürürlüğe girdi.
O günlerde sosyal medyada yaptığım bir paylaşımda “Cumhurbaşkanı ömrü vefa etsin diye en baştan yeni bir oyun kuruluyor anlaşılan memleket siyasetinde” demiştim. Çok geçmeden oyunun ne olduğu görüldü; siyasi yelpazenin farklı yerlerindeki öznelere topluca sallanan yargı sopası üzerinden siyaseti dizayn etmek için harekete geçilmişti. Dizaynın nihai amacı ise az önce söylediğim üzere Erdoğan’ın ölene kadar koltuğunu muhafaza etmesiydi.
Bunun için hedef tahtasına yerleştirilen ana figür Ekrem İmamoğlu olacaktı; çünkü verili konjonktürde Erdoğan’ı yenebilecek tek isim olarak o öne çıkıyor, sadece o düzen siyaseti içerisinde kendisini alternatif bir aday olarak topluma sunabiliyor ve toplumdan da büyük bir teveccüh görüyordu.
Esenyurt Belediyesi’ne yapılan operasyon İmamoğlu’nu cezaevine götürecek sürecin ilk adımı oldu ve bunu diğer adımlar izledi. Süreçte CHP “baş düşman” kategorisine oturtulur ve CHP’ye sadece sopa gösterilirken Kürt siyaseti ise kayyım sopası ve Öcalan’la görüşme/”barış” havucu üzerinden tarafsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Bunda kısmi bir başarı da sağlandı, DEM Parti söylemsel düzeyde seçimsizleştirme sürecinin karşısında konumlansa da gözü kulağı iktidarın atacağı adımlarda ve Öcalan’daydı.
Fazlasıyla komplocu bir yaklaşım olarak mı görülür bilemiyorum ama İmamoğlu’nun tutuklanmasının Newroz kutlamalarına denk getirilmesi bile belki de dizaynın bir parçasıydı. Türkiye’nin her yerinde eylem yasakları varken Newroz kutlamalarına izin verildi ve böylece Kürt siyasetine “siz bu işe karışmayın” denilirken; sokağa çıkan kitleler nezdinde Kürtlere yönelik bir öfke şekillendirildi. Eğer şimdilerde sallantıda olan çözüm sürecinde önümüzdeki günlerde yeni birtakım adımlar atılırsa CHP ile DEM Parti arasındaki mesafenin daha da açılmasına tanıklık edebiliriz.
Peki tüm bunlar, bir yerlerde yazılan birtakım senaryoların pürüzsüz bir şekilde sahnelendiği, iktidarın planlarının tıkır tıkır işlediği anlamına gelir mi?
Bu sorunun yanıtının açık bir şekilde “hayır” olduğunu son bir haftadır yaşadıklarımızdan biliyoruz. İktidar CHP’nin yapabileceklerinin sınırlarını görüyor ve halkın, sokağın sessizliğine güveniyordu; dolayısıyla süreci istediği gibi yönetebileceğini düşünmüştü. Zaten CHP’den ilk yapılan açıklamalarda kararın yüksek mahkemeden geri döneceği söyleniyor ve sadece sandığa işaret ediliyordu.
Ancak çarşamba günü İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı yıktığı o an her şeyi değiştirdi; o barikatın yıkılmasıyla birlikte ülkenin farklı üniversitelerinden binlerce öğrenci, sanki bir kıvılcımı bekliyormuşçasına sokaklara, meydanlara aktı ve halkın da dahil olmasıyla birlikte Gezi’den yıllar sonra ilk kez böylesine büyük kitleler siyaset sahnesindeki yerini almış oldu.
Öğrencilerin sahneye çıkışı CHP’yi de tutum değiştirmeye ve daha fazla direngen davranmaya zorladı, AKP’yi ise ciddi bir şaşkınlığa sürükledi, kararsızlaştırdı; eğer gidişata öğrenciler damgasını vurmasaydı belki de tutuklama kararıyla birlikte İBB’ye kayyım atanması söz konusu olacaktı. Ancak iktidar burada geri adım atmak zorunda kaldı ve şimdilik bu ertelendi.
Peki buradan nereye gidilecek, başta öğrenciler olmak üzere, Türkiye toplumunun üzerindeki ölü toprağını silkinerek bir kez daha üzerinden attığı şu günlerde toplumsal muhalefet sürece nasıl müdahale edebilir?
Burada görülmesi gereken esas şey, kalabalıkları bir kez daha sokağa indiren şeyin basitçe İmamoğlu ya da CHP destekçiliği olmadığıdır; halk kendi iradesine yönelik darbe girişimini görmüş ve buna karşı durmuştur, ancak bu da olan biteni bütünüyle açıklamaya yetmez.
Gençliğin böylesine kitlesel bir şekilde sokağa çıkışının gerisinde Türkiye’nin ekonomi-politiği, yani yoksulluk ve işsizlik vardır. Şimşek programı başta gençler olmak üzere geniş halk kitlelerini derin bir yoksulluğa, işsizliğe, geleceksizliğe mahkûm etmiş durumdadır ve işte öfke de en çok bununla ilgilidir.
O halde gidişata ekonomi-politik düzlemden müdahale edilmesi bir zorunluluktur. Eğer eylemler öğrenci hareketinin ötesine geçmez, toplumsallaşmaz, halklaşmazsa, iktidar sokağı marjinalize edecek ve meşruiyetini ortadan kaldıracaktır. Bunu engellemenin tek yolu ise öğrenci hareketinin emek hareketiyle buluşması, işçilerin, memurların, köylülerin sürece dâhil olmasıdır.
Bu buluşma için toplumun önüne somut hedefler ve somut talepler konulması gerekmektedir. Bugün somut hedef Şimşek programı ve arkasındaki siyasal iradedir. Şimşek programı sermayenin bekası adına halkı planlı, programlı bir şekilde yoksullaştırmaktadır ve toplumsal öfke en çok buradan birikmektedir. Bu programın karşısına somut, gerçekçi, kolayca hayata geçirilebilir taleplerle çıkılırsa, kamucu-halkçı bir ekonomi talebiyle seçme-seçilme hakkının gaspını engellemeye yönelik iradenin bir araya getirilmesi mümkün olabilir ve buradan bir mobilizasyon sağlanabilir.
Eğer sokakların kalabalığı siyaseti sola çekiyorsa, sol da kalabalıkları kendine çekmenin yollarını bulmak zorundadır; aksi durumda varılacak yerin ne olduğu ise daha şimdiden bellidir.