Fatih Yaşlı

İşte bu yüzden bizden çalınanları geri almak, kamuya ait olanı, kamusal mülkiyeti müdafaa etmek, rant ve servet transferiyle katmerlenmiş bu sömürü düzeninin karşısına eşitlikçi bir düzeni koymak, yaşadığımız yoksulluğun ve sefaletin kader olmadığını göstermek durumundayız.

Sahip oldukları bizden çaldıklarıdır 

Fatih Yaşlı

“Bana isnat edilen suçlamaların tamamını reddediyorum. Ben meslek namusunu her şeyin üstünde gören ne kendim ne de ailemin kursağından tek bir haram lokma geçmesine asla izin vermeyecek karakterde bir Cumhuriyet çocuğuyum. Ailem ve ben yokluk içerisinde büyüdük. Zorluklar içerisinde eğitim hayatımı sürdürdüm. Bütün bunların hepsinin bu ülkenin ve Cumhuriyet’in bana sunmuş olduğu bir nimet olduğunun farkında olarak hayatımı sürdürdüm. Hiçbir zaman ne kendi adıma ne de baba evime gölge düşürecek, ileride çocuklarımın utanmasına neden olacak bir iş ve işlem asla gerçekleştirmem. Bunu kendime yapılmış bir hakaret kabul ederim."

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik ikinci dalga operasyonda gözaltına alınan isimlerden Ramazan Gülten’in polisteki ifadesinden bu satırlar. 

Gülten İBB’de göreve başladığı günden itibaren halka ait olanı, yani kamusal mülkiyeti savunmuş, kamusal mülkiyetin gaspına karşı durmuş ve ruhsatsız, kaçak, halkın yaşam alanlarını işgal eden yapıları gözünü kırpmadan yıkmaya girişmişti.

Üsküdar’daki kaçak yapıları yıkmaya gittiğinde dükkân sahiplerinin üzerine saldırdığı ve yumruklayarak burnunu kanattığı Gülten asla geri adım atmamış, Hiranur Vakfı’na ait Sancaktepe’deki kaçak külliyeyi de mühürlemiş ve yıkım işlemlerini başlatmıştı. 

Gülten ve onunla birlikte çok sayıda belediye bürokratı yine bir şafak operasyonuyla ve Ergenekon-Balyoz kumpas davalarından alınan ilhamla “ikinci dalga” denilerek gözaltına alındığında, İstanbul’da büyük depremin habercisi olma ihtimali hayli yüksek bir depremin üzerinden sadece birkaç gün geçmişti.

Geçtiğimiz haftalarda Devlet Bahçeli dili ve edebiyatı uzmanlarının “İmamoğlu’nu serbest bırakın diyor” dediği Bahçeli depremden hemen sonra yaptığı açıklamada "İstanbul’un ehline ve hak eden ellere emanetiyle olası felaketlerin üstesinden gelmek mümkündür" diyerek kayyıma işaret etmiş, hemen ardından da bu operasyon gelmişti.

Belediye bürokratlarının çok önemli bir bölümünün devre dışı bırakılmasının aslında İBB’ye fiilen kayyım ataması anlamına geldiğini ve aslında işin resmiyete kavuşması için sadece gün sayıldığını söyleyebiliriz. Anlaşılan o ki “şartlar olgunlaştığında” Özgür Özel’in “püskürttük” dediği 19 Mart sürecinde bir aşama daha geride bırakılacak ve İstanbul halkının iradesine doğrudan el konulacak.

Kuşkusuz 19 Mart sürecinin gerisinde aylardır işaret ettiğimiz üzere “seçimsizleştirme”, yani sandığın ve seçimlerin formaliteden ibaret hale getirilmesi, Türkiye’yi Azerbaycan benzeri bir ülke haline getirme arayışı var. 

Evet ama bir de İstanbul’un Türkiye’nin talana dayalı sermaye düzeni ve o düzenin sadık hizmetkarı rejim açısından önemini aklımıza getirmemiz gerekiyor. Tam da İstanbul halkının olası bir depremde başına geleceklere dair kaygısının tekrar doruk noktasına çıktığı günlerde iktidarın Kanal İstanbul sevdasının yeniden depreşmiş olması bunun en büyük işaretlerinden biri. 

Belki Kanal İstanbul hiçbir zaman yapılamayacak ama adı üzerinden İstanbul’un talan edilip sermayeye peşkeş çekilmesi, kamusal mülkiyetin gaspı ve halk ait olana el konulup küçük bir azınlığa devredilmesi sürecek, Kanal İstanbul kapsamında yer alan arsa ve araziler özellikle Katar ve Suud sermayesine peşkeş çekilecek.

Türk sağı 1950’den beri İstanbul’u üzerine beton dökülebilecek devasa bir arsa, devasa bir arazi olarak görüyor; tüm o muhafazakârlık edebiyatının, tüm o geleneği, tarihi sahiplenme iddiasının bir makyajdan ibaret olduğunu ve o makyaj silindiğinde ortaya çıkanın kesintisiz bir müteahhitlik faaliyeti olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz. 

Bugün de benzer bir şekilde milyarlarca dolarlık kamu varlığının özelleştirme adı altında satılmasına eşlik edecek şekilde İstanbul süreklileşmiş bir rant, imar, ihale, rüşvet ekonomisiyle talan ediliyor, sayısız servet transferi yönteminden biri olarak kamusal mülkiyet, yani çoğunluğun sahip olduğu mülkiyet, özel mülkiyete, yani azınlığın sahip olduğu mülkiyete dönüştürülüyor. 

Asıl yapılması gereken şey, yani büyük depreme kamucu bir anlayış ve perspektifle hazırlanılması ise söz konusu dahi edilmiyor, buradan dahi ya siyasi ya da iktisadi rant yaratılmaya, toplumsal mühendislik adımları atılmaya çalışılıyor. 

Tam da bu nedenle “siyaset üstü” denilerek geçiştirilmeye çalışılsa da depremin hem politik hem sınıfsal olduğunu hiç unutmamak, hep hatırlatmak gerekiyor. 

Olası bir büyük depremde ölüp ölmeyeceğinizi yaşadığınız semt, sokak ve apartman belirleyecek. Zenginler sağlam zeminlere kurulu ve depreme dayanıklı evlerinde otururken ya da şehri terk etme olanağına sahipken, siz oturduğunuz evin kendinize mezar olup olmayacağını düşünerek yaşamaya devam etmeye çalışacaksınız. 

Bu yüzden bugün depremi kamusal mülkiyetin gaspıyla ilişkilendirerek ve onun sınıfsal karakterini öne çıkararak siyasetin merkezine yerleştirmek, bir mücadele başlığı haline getirmek gerekiyor.  

Bugün Türkiye sömürü oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri, bugün Türkiye asgari ücretin en düşük olduğu ülkelerden biri, bugün Türkiye çalışan nüfus içerisinde asgari ücrete mahkûm edilenlerin oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri, bugün Türkiye gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden biri, bugün Türkiye genç işsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden biri. 

Ve tüm bunlara kamusal olanın gaspı, doğanın talanı, ormanın, ırmağın, derenin piyasalaştırılması eşlik ediyor. Türkiye iktidar eliyle ve küçük bir azınlığın çıkarları adına iç sömürge haline getirilmiş bir ülke durumunda çoktandır ve halka da sömürge halkı muamelesi yapılıyor. 

Bir pankartta yazan sloganı hatırlayarak söyleyecek olursak “sahip olduklarınız bizden çaldıklarınızdır” sözünün ete kemiğe büründüğü zamanlardayız. Buna itiraz edenlerin, halkın olanı yeniden halka iade etme iradesine sahip halk çocuklarının başına ise Ramazan Gülten’in başına gelenler geliyor.

İşte bu yüzden bizden çalınanları geri almak, kamuya ait olanı, kamusal mülkiyeti müdafaa etmek, rant ve servet transferiyle katmerlenmiş bu sömürü düzeninin karşısına eşitlikçi bir düzeni koymak, yaşadığımız yoksulluğun ve sefaletin kader olmadığını göstermek durumundayız. 

Dileğimiz odur ki bu 1 Mayıs bunun için bir başlangıç teşkil etsin ve 19 Mart itibariyle yeniden başlayan toplumsal uyanış daha da büyüsün, çoğalsın, güçlensin. İşçi sınıfımızın birlik, mücadele ve dayanışma günü kutlu olsun.