İstifa

Wall Street Journal Erzurum-Erzincan hattında yaşananlar üzerinden Türkiye’de “kansız bir iç savaş” yaşandığını ve savaşın taraflarının da, -bu tabiri kullanmasa da- birinci ve ikinci cumhuriyetçiler olduğunu yazdı.

İkinci cumhuriyetçi kanadın en etkin isimlerinden biri olan Cengiz Çandar, 7 Mayıs günü köşesinde gazetenin yapmış olduğu analizi ve iç savaş metaforunu doğru bulduğunu şu satırlarla anlatıyordu:

“Erzurum’daki davanın yargının ‘iç savaşı’ olduğundan başka bir açıklaması olabilir mi? Erzurum’daki davanın baş sanığının mahkemeye gelme tenezzülünde bulunmayan bir ordu komutanı olduğu ve mahkeme sırasında binanın üzerinden savaş uçaklarının ‘olağan tatbikat uçuşu’na çıkmalarını ‘devletin içindeki’ savaş ile izah etmek yanlış mı olur?

Ergenekon soruşturması çevresinde, polisin kendi içinde, polis ile jandarma arasındaki dışa vuran ‘derin çatlaklar’ı yine ‘devletin içinde savaş’la tanımlamak mümkün değil midir?

Ergenekon soruşturması, Silahlı Kuvvetler içinden sızdırılan lahikalar, çeşitli isimler altında operasyon, darbe vs. planları olmadan bugün eriştiği boyutlara erişebilir miydi? Bu fotoğraf, Silahlı Kuvvetler içindeki, yani ‘devlet içi’ bir savaş cereyan ettiğine dair ‘metafor’ kullanmayı doğrulamaz mı? Parlamentonun haline bakın anayasa değişiklik paketi üzerinde gelişen, giderek Atatürk ve İnönü isimlerini de kapsayacak kadar keskinleşen polemikler ve bu polemiklerin kışkırttığı milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’nda yumruklaşmalarını nasıl tanımlamalıyız? ‘TBMM içinde bir savaş’ değil mi bu?”

İç savaş ya da rejim savaşı, adını ne koyarsak koyalım, Baykal’ın kasetini servis eden güç, söz konusu savaştaki en büyük hamlesini yaptı ve Baykal’ı düşürerek karşı tarafa en büyük zayiatı verdirdi en büyük diyebiliyoruz, çünkü düşmesi Baykal kadar sembolik önemi haiz başka bir isim daha yoktu karşı cephede. Bu hamle, savaşın kansız olmakla birlikte derinliğini ve kural tanımazlığını göstermesi bakımından da ayrıca önemliydi rejimin kurucu partisinin başındaki isim birkaç dakikalık bir video kaydıyla, geri dönebileceği şerhini düşerek söyleyelim, tasfiye edildi.

Eğer yaşanırsa, Baykal sonrası CHP için ise iki olasılıktan söz edilebilir. Ya CHP hizipler arası çatışmalar neticesinde dağılacak ve küçülecek ya da yeni rejimin istediği tarzda, yeni iktidar bloğuyla uyumlu bir sosyal demokrat parti haline gelecek ve her iki durumdan da yeni rejim karlı çıkacaktır.

O halde CHP’nin dönüştürülmesi ile Türkiye’nin dönüştürülmesi arasında varoluşsal bir ilişki bulunduğunu söyleyebiliriz. Rejim savaşının bu safhasında ordu ve yargının dönüştürülmesi ile birlikte CHP’nin dönüştürülmesi de gündemdedir. Bu, CHP’nin “solcu” ya da “anti-emperyalist” olduğunu ve bu nedenle de hedefe yerleştirildiğini söylemek anlamına gelmez ordu ve yargı içindeki unsurlar, nasıl ki solcu ya da anti-emperyalist oldukları için değil, eski rejimin birer parçası oldukları için tasfiye ediliyorlarsa, bugün benzer bir süreç CHP’de yaşanmaktadır.

Ayrıca son hadiseyle birlikte sivil faşizmin inşası yolunda da önemli bir adım atılmıştır. Artık kimse kendisine ait bir ses kaydının ya da görüntünün birilerinin ellerinde olup olmadığından ve servis edilip edilmeyeceğinden emin değildir, her an herkes karşısına konulan bir kayıt ya da görüntü ile kolaylıkla denklemin dışına itilebilir. AKP Türkiye’de ebediyen iktidar olmayı arzulamaktadır ve bu arzunun gerçekleşmesi adına yapılacak her şeyi mubah görmektedir.

Bu noktada ilginç olan Baykal’ın istifa konuşmasında görüntülerin sızdırılmasıyla ilgili olarak AKP’yi suçlarken cemaati aklamak için özel bir çaba sarf etmesidir. Çarşafla ve kutlu doğum haftası konuşması ile başlayan “açılım”ı giderayak devam ettiren Baykal’ın, Gülen’le yaptığı telefon konuşmasını işaret ederek “Pensilvanya’dan gelen mesajın samimiyetine inanıyorum” demesi üzerinde mutlaka durulmalıdır.

Baykal kurultayda yeniden aday olup siyasete dönmeyi düşündüğü için mi cemaate bir mesaj göndermiştir, yoksa bu “teslim oldum, başka bir hamleye gerek yok” anlamına mı gelmektedir? Bunu henüz bilemiyorsak da, bu konuşma rejimin kurucu partisinin liderinin Gülen’in ve cemaatin gücüne biat eder hale geldiğini ve meşruluğunu kabul ettiğini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

İttihat ve Terakki ile önce Ahrar, sonra ise Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasında başlayan ve cumhuriyet döneminde başka kurumsallıklarda devam eden düzen içi siyasal kutuplaşmada artık nihai aşamaya doğru geliniyor. Prens Sabahattin’in siyasal mirasını üstlenen liberal-muhafazakâr gelenek, cumhuriyete benzemeyen bir ikinci cumhuriyeti kuruyor ve üstelik bunu karşı tarafa yönelik bir imha savaşı ile gerçekleştiriyor.

Düzen içi siyasal kutuplaşmanın taraflarından birinin herhangi bir karşı hamle yapmaya mecalinin olmadığı ve hızla bir kutup olmaktan çıktığı Türkiye’de, siyasal alan düzen dışı bir öznenin müdahalesine çok daha açık bir hale geliyor. Solun, ortadan kalkmakta olan kutbun, yani birinci cumhuriyetçiliğin öncüsüz ve örgütsüz bıraktıklarını da hesaba katarak siyasal alanı doldurması gerekiyor.