Her Şey Biz Yaşarken Oldu: Bir Hatırlatma Yazısı

İsmet Özel bir şiirinde “her şey ben yaşarken oldu” der. Doğrudur sahiden de, her şey biz yaşarken olmuştur, geçip giden zamanı ve olanı, yaşananı görmüşüzdür, tanığızdır bu anlamda.

Yaşanılana ve oluşlara tanıklık ediyor olmak, anla birlikte hareket etmek, zamanla birlikte akmak, dünyayı anlama çabasındaki insanlar için büyük bir avantajdır kuşkusuz. “Olay”ın içerisindeyizdir çünkü tanık ve aynı zamanda failizdir, dönüştürmeye çalışan ve dönüştürülmeye çalışılanızdır, yani özneyizdir. Gerçeklik, tam orada, karşımızda bir yerde değildir, biz gerçekliğin içindeyizdir ve hatta kendisiyizdir, bu anlamıyla gerçeklik dışsal değil, varoluşumuza içkindir.

Olayın içinde yer almanın, zamanla birlikte akmanın, oluşun tanığı ve faili, yani öznesi olmanın dezavantajları da vardır kuşkusuz. Özellikle zamanın hızlandığı olağanüstü durumlarda, gerçekle birlikte sürükleniriz, durup düşünmeye vaktimiz olmayabilir, çünkü hareket esastır ve çoğu zaman olağan durumlarda olağanüstü olduğunu düşündüğümüz gerçeklikler, olağanüstü durumlarda son derece olağan hale gelebilir, kanıksarız ve kanıksamaya alışırız.

Bunu, yani sürecin, oluşun, akışın içinde bulunmanın dezavantajını alt edebilmek için, bir anlığına durup, dışarıya doğru birkaç adım atarak, yani kendimizi kısa bir anlığına da olsa oluş ve akışların dışarısındaki bir gözlemci konumuna getirerek, manzaraya bakmamız gerekir. Şunu kastediyorum: Süreklileşmiş bir olağanüstü hal içerisinde yaşıyorken, giderek olağan bir görünüm almaya başlayan şeylerin aslında ne kadar olağanüstü olduğunu durup kendimize hatırlatmak ve sonra yola devam etmek. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.

En basitinden ve en şaşırtıcı olması gerekenden başlayalım bugün Türkiye’de her ne kadar iktidarda Adalet ve Kalkınma Partisi isimli bir parti varsa da, aslında bir koalisyonun mevcut olduğu gerçeğinden. Parti olmayan, dernek olmayan, vakıf olmayan, örgüt olmayan, bunların hiçbiri ve aynı zamanda hepsi birden olan dinsel bir yapı bugün koalisyonun gayri resmi ortağıdır ve aynı zamanda yargı, emniyet, üniversite gibi bürokrasinin en kilit noktalarını kontrol etmektedir. Artık doğallaşmış gibi görünen, normalmiş gibi görünen bu durumun, ne doğal ne de normal olduğunu kendimize sürekli hatırlatmamız gerekir, çünkü doğallaşan ve normalleşen meşrulaşır.

Başka bir düzleme sıçrayalım, çok yakın bir zamanda gerçekleştiğinden ve bu nedenle de en çabuk unutulan olaylardan biri olduğundan Uludere Katliamı’nı hatırlayalım. Sadece 4 ay önce, bu ülkede çoğu çocuk ve genç 34 yurttaş sınırda kaçakçılık yaparken savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürüldü. Tonlarca bomba, 34 insan. Fail yok, sorumlu yok. Unutuluş, kapkara bir kanıksama hali ve unutuluş.

Biraz geçmişe gidelim ve aklımıza “İmamın Ordusu” isimli kitabı getirelim. Kitap henüz basılmamışken yazarı, bir kitap yazdığı için değil, bir kitap yazmakta olduğu için terörist olmakla suçlanarak cezaevine konuldu. Polis, kitabın dijital örneklerini yok etmeye çalıştı ve kopyalarını elinde bulunduranların da yazarla aynı suçlamayla karşı karşıya kalacağını belirtti. Bu neresinden bakılırsa bakılsın tuhaf, absürt bir durumdu, ancak anti-ütopik romanlarda ya da sinema filmlerinde gerçekleşebilirdi ama gerçekleşti, üstelik kitabın yazarı bir yıl cezaevinde kaldı. Daha da tuhafı operasyon sürecinde kitap dijital ortamda elden ele dolaştırıldı ve sonrasında da basıldı, hemen hemen hiç etki yaratmadı ve neredeyse unutulup gitti.

Bu ülke, siyasal alanın ses ve görüntü kayıtlarıyla dizayn edildiğine tanıklık etti ve son derece normal karşıladı bu süreci. Ana muhalefet partisi lideri, en mahrem görüntüleri basına servis edilerek tasfiye edildi siyaset sahnesinden. Tuhaftır ki, ne kendisi, ne partisi, ne de partisinin tabanı olayın sorumluların peşine düştü, sorumluların cezalandırılmasını talep etti. Üstelik görüntülerdeki kişi bir süre sonra lider olarak değilse de aktif siyasete geri döndü, televizyonlara çıkıp röportaj verdi. Aynı şekilde ülkedeki oy oranı en yüksek üçüncü parti de, 12 Haziran seçimleri öncesinde bir kaset operasyonuna maruz kaldı. Hedef, gizli kamerayla çekilmiş mahrem görüntülerin basına sızdırılmasıyla partiyi milliyetçi-muhafazakâr kitleler nezdinde itibarsızlaştırarak baraj altında bırakmaktı.

Gizli kamera çekimleriyle siyasetin dizaynı daha önce hiç rastlanmamış bir şeydi ama gayet olağan karşılandı bugün, bu operasyona maruz kalanlar da dâhil olmak üzere, kimse bundan söz etmiyor bile.

Daha bir sene bile olmadı, Hopa’da Metin Lokumcu isimli emekli bir öğretmen polisin müdahale esnasında kullandığı gazlar nedeniyle öldü, başbakan ve Murat Belge “adamın biri”nin öldüğünden söz ettiler, Ruşen Çakır akrabası olan Lokumcu’ya rahmet bile dilemeyen Erdoğan’a sadece “ama öldü efendim” diyebildi. Ankara’da bu ölümü protesto eden insanların üzerine polis saldırdı, bir kadını döverek kalça kemiğini kırdılar, onu kurtarmak için üzerine kapanan bir çocuğu döverek gözaltına aldılar, sonrasında düzenlenen seri operasyonlarla onlarca öğrenciyi tutuklayarak cezaevine koydular ve aylarca cezaevinde yatırdılar, iddianameye göre hepsi terörist olan öğrenciler ilk duruşmada salındılar. Böyle anlatınca tuhaf geliyor olabilir ama bunların hepsi, eksiği var fazlası yok yaşandı, hepimiz gördük, şahitlik ettik.

Geçen yıl, yüz binlerce gencin girdiği üniversite sınavında cevap anahtarının şifreli olduğu ve yandaş dershanelere bu şifrelerin verildiği ortaya çıktı, çok basit bir yöntemle doğru şıkları işaretlemek mümkündü. Ali Demir ÖSYM Başkanıydı ve halen ÖSYM Başkanı.

Daha geçen yıla kadar, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması, yani bir grup insanın, ülkenin bir meydanına girmesi ve orada taleplerini dile getirmesi, resmen yasaktı. Celalettin Cerrah ve Muammer Güler’in başında bulunduğu ileri demokrasi güçleri, Taksim Müdafaası uğruna köprüleri dahi kapatıyor, İstanbul’u gaza boğuyorlardı. Taksim, gaza, copa, panzere rağmen kazanıldı, birilerinin teveccühüyle değil. 1 Mayıs’a bir hafta kalmışken, unutulmasın.

Bir üniversite öğrencisi, Cihan Kırmızıgül, polisin ve savcılığın elindeki tek delil boynundaki poşi olduğu halde iki yıl cezaevinde kaldı. Genç bir teğmen Mehmet Ali Çelebi, telefonuna “sehven” yüklenen numaralarla ömrünün iki yılını cezaevinde geçirdi. Baha Okar ve Hakan Soytemiz, aksini kanıtlayan son derece güçlü deliller olduğu halde, Devrimci Karargâh örgütü üyesi oldukları iddiasıyla iki yıla yakın bir süredir cezaevindeler. Doğu Perinçek, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan dört yıldır tutuklu yargılanıyorlar ve daha ne kadar içeride kalacakları bilinmiyor.

Henüz birkaç yıl öncesine kadar filozof dışişleri bakanının stratejik derinliğinden beslenen “komşularla sıfır sorun” sloganlı bir dış politikamız vardı. Yanı sıra ekseni kayan ve bağımsızlaşan bir dış politikadan söz ediliyordu. Tek bir sorunu bile çözemeyen bu dış politika, eksende bir kayma olmadığını da önce Suriye meselesinde sonra da Kürecik’teki radar üssünde gösterdi eksenin ABD olduğu bir kez daha anlaşıldı. Tuhaftır ki tüm bunlar yaşanırken, halen Davutoğlu’nun kabinenin en başarılı bakanlarından biri olduğundan, parlak akademisyen kimliğinden, strateji ustalığından vs. söz edilebiliyordu.

Çok yakın tarihlerde yaşanan ve hiç de normal ve olağan olmayan bir olaydan söz ederek yavaş yavaş bitirelim yazıyı. Birkaç ay önce devletin savcısı devletin MİT Müsteşarını ve başka MİT’çileri ifadeye çağırdı. Yargıdaki cemaat kontrolü ve Fidan’ın AKP’ye, yani Erdoğan’a yakınlığı bilindiğinden çok açık bir savaş ilanıydı bu, üstelik Erdoğan’ın ameliyat sürecine denk getirilmişti. Erdoğan savaş ilanını gördü ve arka arkaya hamleler yaptı: MİT Müsteşarını güvence altına alan yasa değişikliği yapıldı, savcıya HSYK aracılığıyla görevden el çektirildi ve yüzlerce cemaatçi polis bir gün içerisinde İstanbul’dan sürüldü. Cemaate düşen ise Gülen şahsında, ameliyattan çıkan Erdoğan’a geçmiş olsun dileklerini iletmek oldu. Devlet içerisindeki çatışmaya dair önemli ipuçları veren ve son derece olağanüstü bir nitelik taşıyan bu süreç, medya ve kitlelerce, basit, sıradan bir meseleymiş gibi izlendi ve şimdilerde de büyük ölçüde unutulup gitti.

Geleceğin tarihçileri, 2000’ler Türkiye’sinin tarihini, ülkenin dönüşüm sürecini yazarken, benim bir yazıya sığabilecek kadar olanlarını aktardığım tüm bu olayları, içindeyken olağanmış gibi gördüğümüz, oysa hiç de öyle olmayan bu olayları çok daha ayrıntılı bir şekilde, belgeleriyle, tanıklarıyla ve muhtemelen biraz da şaşkınlıkla anlatacaklar, yazacaklar. Bugün bize düşen, hafızamızın tehdit altında olduğunun bilinciyle, bir karşı-hafıza makinesini, kolektif bir hafızayı inşa etmek, hiç unutmamak, hep hatırlamak.